28 Kasım 2013 Perşembe

1931 Nolu Mezar

Göz yaşı gibi birkaç kelime döküldü, kalemi hüzün kokandan...
Oyuncağı 'kelimeler' olan Sadık Söztutan'ın yeni kitabı, raflarda...

'1931 Nolu Mezar', Doğu'da kadın olmanın ne olduğunu anlatırken; hüzün, satırlardan hücrelerinize yer edecek. Yüreği yorulan yazarın, kaleminden taşanlar, mürekkep değil; anneye akan göz yaşı... Bu kitabı okurken annenize sımsıkı sarılacak ya da 'yokluğuyla' yazarın duygularına ortak olacaksınız. Hayatın en büyük gerçeğine doğru giderken romanın kurgusu, kalbinize dokunacak. Sadık Söztutan'ın ayrılık merhabası 1931 Nolu Mezar, içtimai yaraları yeniden düşünmenizi gerektirecek. Bu kez susanları biraz daha fazla dinleyecek, yoksa "dünyanın tadı çile olabilir mi" diyeceksiniz!

Sadık Söztutan, üstünü başını yine kelimelere buladı; buyurun,
siz temizleyin yakasındaki göz yaşlarını...

# 1931 Nolu Mezar, Babıali Kültür Yayınları
T: 0 212 438 47 78 - C: 0 507 925 14 49

19 Ekim 2013 Cumartesi

Bisiklet

Köy okulu birincisi küçük çocuk o gece neredeyse hiç uyuyamadı. Ertesi sabah, hayatında ilk kez şehir görecekti.
İlkokul üçüncü sınıfta olmasına rağmen, bilgi yarışmasında dört ve beşinci sınıfları da geride bırakmış, babacan öğretmenin koyduğu ödüle zekâsının gücüyle kavuşmuştu.
"Kazananı ay başında şehre götüreceğim" demişti öğretmen…
İlk kez yaşayacağı şeyler şehri görmekle sınırlı değildi; dokuz yaşında ilk kez trene binecekti; tarlada çalışırken bir anda ortaya çıkışını hep hayret ve hayranlıkla izlediği o kara devin içinde olacaktı.
Şehirde onu nelerin beklediğini bilmiyordu.
Sihirli bir yolculuğun arifesinde heyecandan neredeyse hiç konuşmayan çocuk, ertesi sabah babasının peşinde öğretmenin evine doğru çamurlu yolu adımlarken, şehirden dönüşte arkadaşlarına neyi nasıl anlatacağını düşünüyordu.
Öğretmeni ile birlikte karşıdan görünen komşu köye kadar yürüyecek, oradan trene bineceklerdi.

x X x

Trenin heybetli merdivenlerini, küçük ama düzgün "odalarını", deri koltuklarını… hareket ettiğinde evlerin, otların, dağların geriye doğru aktığını, tünelin içinin karanlık olduğunu, uzaktan gördüğü komşu köydeki istasyonun dışında başka istasyonların da bulunduğunu… hafızasına kaydetti.
Şehri gördüğünde ise tam anlamıyla çarpıldı; ne kadar büyük bir yerdi burası… Ne kadar destansı, ne kadar anlatılması zor, ne kadar…

x X x

Çocuk, trenin de şehrin de kendine has bir kokusunun olduğunu hissetti. Her vitrinde ayrı şey, özellikle cansız mankenler… Sonu gelmez arabalar… Yürüyen binlerce insan… Çocuk, öğretmeninin elini tutmuş olduğunu unutmuş, hangi tarafa bakacağını şaşırıyordu.
- Sen şu bankta otur (B…..), sakın bir yere kalkma, sağı solu seyret, hemen geliyorum.
"Tamam" bile diyemedi çocuk, gözleriyle öğretmeni takip etti. Caddenin karşı sırasında bir bankaya girmişti öğretmen, maaşını çekmeye…
Dönüşte bu kez öğretmen banka oturdu, çocuğun eline bozuk para vererek sağ taraflarında görünen manavı gösterdi:
- Kendine yiyecek bir meyve al, hadi bakalım.
Çocuk çekingen adımlarla gidip, belinde mavi para kuşağı bağlı, ağzında külü uzamış sigarası ve elinde püsküllü süpürgemsi bir şeyle sebze ve meyvelerin üstündeki görünmeyen tozları silen yaşlı manava elindeki parayı uzatıp, parmağı ile meyveler arasında "en kırmızı görünen" domatesleri gösterdi.
- Şundan...
Adam bir bozuk paraya, bir çocuğa baktı; bir büyük domatesi kazağına döndüre döndüre sürdü ve çocuğa verdi.


Bu kez bir bisikletçinin önündeydiler. Çocuk gördüğüne inanamadı; öğretmen cüce sayılabilecek kadar kısa boylu bisikletçiye para ödüyordu!
Bisikletçi az sonra üç tekerlekli bir bisikleti diğerlerinden öne çıkararak, kenarda çekingen duran köylü çocuğu çağırdı:
- Gel, bin bakalım!
Çocuğun eli ayağı birbirine karışmış, ağzı kurumuş, kalbi küt küt atmaya başlamıştı.
O bisiklete otururken öğretmen ile bisikletçi dükkâna girdi.
Çocuk, dükkânın önünde uzayan futbol sahası büyüklüğündeki arsada coşku ile bisikletini kullanmak yerine, bir kenarda incelemeye koyuldu.
Köydeki arkadaşlarına gösterinceye kadar bisikletin eskimesini istemiyordu. Sağına soluna bakıyor, ilk kez yakından gördüğü bu aletin her tarafına dokunuyordu. Klaksonunu çaldığında kendi kendini korkuttu.
Masallardan fırlayıp önüne düşmüş olan bu aleti köyün nerelerinde kullanacağını düşündü. En çok hangi arkadaşı şaşıracak, en çok hangi arkadaşı kullanmak isteyecekti? Ağabeyi istediğinde verecek miydi? Kız kardeşine bisiklet kullanmayı öğretebilecek miydi? İyi ki üç tekerlekliydi, hem kendisi hem de kız kardeşi düşmezdi. Bu aletin köyün ilk bisikleti olacağını düşününce…
- (B…..) tamam, getir oğlum bisikleti…

x X x

Oysa öğretmen öğrencisine beş dakikalığına bisiklet kiralamış, fakat çocuk bisikleti kendinin sanarak "yıpranmasın" diye hiç binmemişti.
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

24 Eylül 2013 Salı

Kars


Her insanın kendine mahsus kokusunun olması gibi, 
her evin de kendine has bir kokusu vardır.
Bu kokuyu, o evin içinde yaşayan insanlar, 
eşyalar, yemekler vs. belirler.
# S.S.

Kefen param o benim!

İstanbul Çekmeköy’deyiz.

Mahallelinin kapısında biriktiği cenaze, malulen emekli, yalnız yaşayan, elli yedi yaşında, söylendiğine göre yarım asır önce Kars’tan göç etmiş eski bir aşçı, Hüsnü Acar’dı.

Komşusu emekli öğretmen Bekir Hoca olmasa, muhtemelen cenazeyi belediye kaldıracaktı.

Çünkü, onu tanıyan sınırlı sayıdaki komşusunun dediğine göre, Hüsnü Acar hiç evlenmemişti ve bilinen hiçbir akrabası da yoktu.

- Hırsızlık meselesi onu çok yordu, dedi Bekir Hoca, yanındakilere…

Gerçekten de öteden beri korktuğu şey, on gün önce başına gelmişti Hüsnü Acar’ın. Devlet bürokrasisi içine girmek en büyük korkusuydu ve çaldırdığı çantasında, o gün çektiği ve henüz hiç harcama yapmadığı emekli maaşının yanı sıra nüfus cüzdanı, ehliyeti, banka kartı gibi yaklaşık dokuz ayrı belge vardı.

Ölümdü.

Hüsnü Acar’ın o gece sabaha karşı can havliyle Bekir Beyin kapısını tıklayıp “Beni hastaneye götür!” dedikten sonra yere düşmesi ve hastane yolunda ölmesinin son dönemde yaşadığı yorgunlukla ilgisi var mıydı bilinmez.

Ama Bekir Hoca’nın tam da “Kefen parası, mezar parası, imam parası, şu bu, nasıl yapsak acaba” diye düşünürken, pejmürde bir adamın gelip merhum Hüsnü Amca’yı aramasının hırsızlıkla ilgisi vardı.

Adam, Hüsnü Amca’nın cüzdanında, “…hayat, mezardaki sağ ayağın yanına sol ayağın da gelmesi kadarmış. Dünya çok geçici, çok yalan ve çok yapmacık bir durak. Kimseye maddi borcum, kimseden alacağım yoktur. Herkese hakkımı helal ettim. Sizler de benim şu anki durumumu düşünün ve dünya malı için küçülmeyin” şeklindeki vasiyetini okuyunca yaptığı hırsızlığa pişman olmuş, cüzdanı geri getirmişti.

Dokunmadığı emekli maaşı cenaze masraflarını rahatlıkla karşılayabilirdi!
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

"Öğretmenler,
kendisini köprü olarak kullanıp,
sayısız öğrencisini suyun öte yanına geçirdikten sonra,
gururla yıkılıp giderler."

nikos kazantzakis, Ottoman Empire
# kitaptan,
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

18 Eylül 2013 Çarşamba

SÖZ







"İftira, insanoğlunun
en kalleş silahıdır."
# S.S.

Bakkalın defteri

Gerçek televizyoncular, belgeselcilerdir bence…
Eşek arısının üremesini safha safha çeken adamdır… Leoparın antilopu yakaladığı anı yakalayandır… Kör çukurda bir porsuğun yılanı avlamasını görüntüleyendir televizyoncu…
Küba’da puro degustatörünü, Malezya’da Petronas Kulesi’nin inşa öyküsünü ekrana getirendir…
Pakistan – Hindistan sınır noktasında bayrak değişim törenidir televizyon programı… Tibet’tir, Keşmir’dir, Burkina Faso’dur…
Trabzon yaylasından bin bir çeşit çiçeği, Kars sınırından Ani şehir kalıntılarını, ne bileyim Antalya’dan Saklıkent’i gösterendir televizyoncu…
Üç tane önceden kurulmuş tipi, bir banko etrafına dizip, onların kurgulanmış ağış dalaşını program diye yutturmak değil televizyonculuk…


Ya da iki günde bir “seviyeli ilişki” deneyen, bütün hayatını kameralar önünde ve “mış gibi” yaşayan reziller güruhunun maceraları hiç değil… 
(...)
# kitaptan, 
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

Biz bir takımız

Canım arkadaşım.
Bilemezsiniz; yatılı okulda okumadıysanız, dostluğun kıymetini bilemezsiniz.
Gün gelir, paranız biter, arkadaşınızın cebindekini ikiye bölersiniz.
Gün gelir, gömleğinizi, montunuzu ortak kullanırsınız.
Yatılı okul arkadaşlıkları, asker arkadaşlığından bile kalıcı ve samimidir.
Canım arkadaşım.
O akşam okuldan geldiğinde:
- Yarın sen benim takım elbisemi giy, dedi.
O zengindi, ben fakir.
Onun, her zaman özendiğim takım elbisesini giyecektim yarın. Sınıfın en gariban öğrencisi olarak bu kez başı dik yürüyecektim.
Yıl 1972 idi; o ve ben aynı okula gidiyorduk. O sabahçı idi, ben öğlenci…
Aynı köyün çocukları olarak, büyük şehirde birbirimize destek oluyorduk.
Birlikte geziyor, birlikte eğleniyorduk.

x X x

Ertesi gün cumartesiydi ve diğer günlerden farklı olarak 3 ders vardı. Erken çıkacaktık.
Her öğrenci gibi, cumartesiyi seviyordum.

x X x

Cumartesi günü, üçüncü dersin sonunda nöbetçi öğrenci sınıfa girdi ve:
- Sınıf öğretmenimiz seni çağırıyor, dedi. Müdürün yanında.
Korktum.
Öğretmenler katı, müdürün odası bizim için tehlikeli, gizemli, korkulası yerlerdi.
Gittim.
Ürkek ürkek müdürün kapısını tıklayıp yavaşça açarak içeri girdiğimde daha da korktum. Çünkü hem sınıf öğretmenim hem de müdür beni görünce kaşlarını çatmışlardı.
Sınıf öğretmeni ben orada değilmişim gibi müdüre bilgi verdi:
- Hocam, bu yetim bir çocuk. Sınıfın en çalışkanı… Yani aslında gerçek durumu böyle değildi. Afedersiniz…
Müdür öğretmeni tersler gibi konuştu:
- Ne olduğu her halinden belli bunun. Neyse… Yapacak bir şey yok. Gönder gitsin.
Sınıf öğretmenim kafasıyla bana işaret etti:
- Çıkabilirsin.

x X x

Sizin gibi, ben de bir şey anlamamıştım. Ama bir şeylerin yolunda gitmediği açıktı. "Gerçek durumu bu değil" ne demekti? "Ne olduğu her halinden belli" ne anlama geliyordu?


Hem korku hem de üzüntü ile bayrak törenini bitirip ayaklarımı sürükleyerek fakir öğrenci yurduna gittiğimde meseleyi anladım.
Aynı okulda okuduğumuz bir başka yurt arkadaşımın bilgilendirmesiyle, daha 13 yaşımda, insanları tanıma yolunda önemli bir tecrübe edindim. İnsanoğlunun önünde sopaya bağlı bir havuç vardı ve üzerinde "menfaat" yazıyordu.
Canım arkadaşım, zengin köylüm, bir gün önce, okulumuzda memur olarak çalışan amcasından şunu öğrenmiş:
Şehrin çok zenginlerinden biri, müdürümüzün göndereceği elli fakir öğrenciye kendi giyim mağazasından takım elbise veriyormuş o gün…
Canım arkadaşım da akşam yurda yepyeni kıyafetiyle geldi zaten… Bana bir günlüğüne emanet verdiği elbisesini geri verdim; koleksiyonu daha da zenginleşti…
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

12 Eylül 2013 Perşembe

Göbeğimiz birlikte kesilmiş

Birbirlerini yeni keşfediyorlardı sanki...
Oysa iki yıldır birlikte oynuyorlardı.
Otobüs koltuğunda yan yana düştüklerinde, laf lafı açtı ve onlar inanılmaz tesadüflerin sır defterini yaprak yaprak çevirdiler.

x X x

Futbol takımının otobüsü Karadeniz’den Doğu’ya doğru hareket etmişti.
Büyük umutları, büyük hedefleri vardı.
Onlar, çeyrek asırdan fazladır dört takımın başrol oynadığı sahneye sürpriz oyuncular olarak çıkmışlardı.
Türkiye, onları hayranlıkla izliyordu.
Futbola yeni bir alternatif mi geliyordu?
“Mutlu sonu” yakalayacaklar mıydı?
Doğu’ya doğru giden asfaltın kara metreleri otobüsün tekerlerinin altında hızla akarken, iki futbolcu konuştukça şaşırıyordu:
- Demek altmış bir doğumlusun ve on üç Şubat’ta doğdun? Ben de on üç Şubat altmış birliyim.
– Haydaaa! Bu kadar da olmaz! Demek İstanbul Vefa’da doğmuşsun. Ben de Vefa doğumluyum.
– Nee? Haseki hastanesi mi? Hadi canım sen de! Bu kadar da olmaz! Ben de Haseki’de doğmuşum.
– Demek kuvöz komşusuyuz!
– Ulan yoksa o bangır bangır ağlayan sen miydin yanımda... Hah hah haa...


İki futbolcunun, ellerinde söylediklerinin kanıtı olarak ikide bir birbirlerine gösterdikleri nüfus cüzdanları, hemen ön sırada oturan kaptanlarına hararetle anlattıkları bu müthiş tesadüfler zinciri ve havada uçuşan kahkahalar büyük bir gürültüyle karanlığa gömüldü.
Futbolcularla dolu takım otobüsü, karşıdan gelen kamyona büyük bir gürültüyle çarparken sadece koltuklarda oturan yirmi üç kişi değil, bütün Türkiye derinden sarsılmıştı.


x X x

Kaderin cilvesi ve trafik canavarının sürprizi bu kadarla kalmadı:
Çekiçle ezilmiş bir teneke gibi tanınmaz hale gelen koskoca otobüste iki futbolcu can verdi.
Ölen bu iki kişi, aynı gün doğan iki futbolcuydu...
# Söyle Nasıl Üzülmezsen Öyle Öleyim

10 Eylül 2013 Salı

"Ot taşın altında kalmaz..."
                                       # S.S.

SÖZ

"En korkulacak zaman, her şeyin yolunda gittiği zamandır."
                                                                                                           # S.S.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Gece olur, yorganı başına çeker ağlarsın

                                                                                          Muğla, 2013

(...)
Kız, bir hüzün sandığının kapağını açmaya sebep olmaktan pişman:
- Neyse baba, yemeğin soğuyor, dedi.
Baba başını sağa sola sallayarak devam etti:
- Soğusun kızım. Bunları hiç konuşmadık sizinle… Yemeğin soğumasının bile bir lüks olduğunu bilemezsiniz siz… Çünkü yatılı okul hayatından haberiniz yok. Havuzun içine atılmış bir ekmek kırıntısının etrafına toplanan balıklar gibi, mektup dağıtan nöbetçi öğrencinin etrafında umutla bekleyip, eli boş ayılmanın acısını nereden bileceksiniz? Bir arkadaşının kirli gömleği, bir başkasının ceketi ile kıyafetini emanet olarak tamamlayıp derse girmeyi nereden bileceksiniz? Ailenden ve köyünden ayrı düşmüş küçük bir çocuk olarak, geceleri yorganını başına çekip ağlamayı nereden bileceksiniz? Hızlı yemek yiyorum öyle mi? Yurtta hızlı yemek zorundasın güzel kızım. Sekiz kişinin ortasına konmuş yemeği çabuk çabuk yemezsen eğer, aç mide ile uyursun. Hiç kimsenin, ‘Ah yavrum sen aç yattın, gel sana bir şeyler hazırlayayım’ diyecek annesi de yoktur orada…’
Kız bir kez daha konuyu kapatmayı denedi:
- Neyse baba, yemeğin soğuyor.
Baba, üzgün bir suratla sandalyesine yaslandı:
- Soğusun kızım soğusun. Bazen yemeğin soğuması bile lükstür, çünkü lokmamın rakibi yok burada…
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

Sizi üzdüm, bağışlayın...

Türk gazeteci, Norveç’te taksi şoförü ile İngilizce tartışıyordu:
- Kardeşim, şu senin şoför koltuğunun altına filan bak!
- Kartı size verdiğimden eminim efendim.
- Yahu nasıl eminsin? Yedim mi ben bu kartı?!
- İnanınız verdim size…
- Sinirlendiriyorsun beni! Yok kardeşim yok, bütün ceplerime baktım, oturduğum yere baktım, al işte yine ceplerime bakıyorum... Yok yok yok!
- Özür dilerim efendim, kartınızı size verdim.


Olay şuydu:
Otelin gönderdiği taksi, üç Türk gazeteciyi Oslo’da havalimanından almış, kırk beş dakikalık bir yolculuktan sonra, üç gün konaklayacakları otelin önüne getirmişti. Gazetecilerden ikisi az önce inmiş, şoförün içeriden açtığı bagajdan bavullarını alıp otel lobisine girmişlerdi; diğeri ise kredi kartı ile ödemeyi yaptıktan sonra, bavulunu bagajdan çıkarmak ve kendisini uğurlamak üzere saygı ile aşağı inmiş olan şoförle tartışıyordu:
- Kredi kartım kayıp. Sen kartı bana geri vermedin, diyerek…
Tartışma, daha doğrusu azarlama, bizim gazetecinin kredi kartını cüzdanının içinde paralarının arasında bulması ile mutlu bitti.
Şoför:
- “Bad time” dedi, kötü zaman… Üzülmenize sebep olduğum için bağışlayın. İyi geceler.

x X x

Seyahatin üçüncü gününde üç gazeteci otel resepsiyonundan taksi rica ettiler. Odalarında toparlanıp aşağı indiler; lobide beklerlerken taksi çıkageldi. Aynı taksiydi; onları üç gün önce bu otele getiren aynı şoför…

x X x

Bavulları, Türkiye’den gelirken olduğundan çok daha fazla şişmişti. Kimi çocuğuna kıyafet almıştı, kimi eşine dostuna çikolata, şu bu… Bütün bu satın alınanların daha iyisi ve daha ucuzu Türkiye’de vardı ama üzerlerinde “Norway” yazmıyordu!
İki yazar arkada, kredi kartı yüzünden şoförle tartışan ise yine önde oturuyordu.
Öndeki Türkçe olarak:
- Şansa bak, yine bu kıroya düştük, dedi.
Arkadakilerden biri:
- Ben insanları iyi tanırım, bu kesin ya Hindistanlı, ya Pakistanlı, diye lafa karıştı.
Yolculuk şoförü çekiştirme sohbetine dönmüştü:
- Badem bıyıklarına bakılırsa bu Müslüman…
- Demin mır mır bir şeyler okuyordu zaten, yola çıkarken…
- Haydaa, herif 700’de durdurdu lan taksimetreyi! Ne yapmak istiyor acaba?
- İstediğini yapsın, iki gün önce aynı yolu 940’a götürmüştü. Kaç kron isterse istesin, ben 940’tan bir kron fazla vermem!
Havalimanına geldiklerinde, taksi şoförü motoru durdurdu, içeriden bagaj kapısını açtı; yan tarafında oturan ve daha önce kredi kartı tartışması yaptığı gazeteciye döndü; Türkçe konuştu: 

- Pakistanlıyım. Eşim Türk. Borcunuz 700 kron. 240 kron eksik alıyorum. Bu indirim, üç gün önce sizin üzülmenize sebep olduğum için. Bazı durumlarda kanaat, zanaattan önemlidir. İyi yolculuklar.
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

Soru içinde soru...

Öteden beri anlamakta zorlanmışımdır; bir avukatın yeteneği nasıl anlaşılır?
Yani başarılı bir avukat, "çok suçlu bir kişiye, az ceza aldıran" adam mıdır?
Bir avukat, kelimeleri murç olarak kullanıp, adaleti yonta yonta mı kendi zaferinin heykelini diker? 

Otobüs durağı

Dünyaya geldiğimiz andan itibaren bir yandan yaşamaya, bir yandan da ölmeye başlarmışız.
Çünkü nefes alıp vermek yaşamak ama, sayılı nefesleri tüketmek de ölüme yaklaşmak demek…
Yüz sene sonra şu an dünyadaki insanlardan kimse olmayacak, yeni milyarlar doldurmuş olacak yer küreyi…
Birileri gidecek, birileri gelecek. Otobüs durağı gibi…
Dünyadaki bütün kavgalar, savaşlar, mücadeleler otobüs durağını paylaşamamakla ilgili…
Oysa otobüs durağı kimsenin malı değil! 

Otobüs durağı ayrılıktır.
Otobüs durağı yolculuktur.
Otobüs durağı hüzündür.
Otobüs durağı karamsarlıktır.
Otobüs durağının tat alacak tarafı yoktur; şöyle bir gelip geçersin.
Çeşit çeşit insan portreleri gelir, geçer. Hâtıralarıyla, hayalleriyle, hayıflarıyla, hicranlarıyla, hüsranlarıyla, hikayeleriyle gelip geçerler…
Belki küçük ibretler alınabilir otobüs durağından…

Yoksa, herhangi "hoş bir seda" kalmaz otobüs durağında… 
(...)
# kitaptan,
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

17 Temmuz 2013 Çarşamba

S.S.


# Cihan Dergisi, Şubat - 2013

Bu gece barda, gönlüm hovarda!

Kapıdaki insan azmanı gorilleri, içerideki cinsiyeti belirsiz şarkıcıları, dumanlı ve izbe mekanı, eğleniyormuş gibi yapan ve kahkaha atmak için kendini zorlayan histerik kadınları,
kulakları sağır eden hoparlör bangırtısı sebebiyle ağız ağza konuşmaya çalışan babadan zenginleriyle, bildik gece aleminin ortasında genç bir futbolcu… Zaten o mekanlarda mutlu görünmek için kendini zorlayan insan güruhu biraz da televizyonlar için eğlenmiyor muydu? 
Ama futbolcu öyle değildi…
(...)
# kitaptan,
Sıra bana geldiğinde bilet bitmişti

SÖZ

"Seni ne kadar çok sevdiğimi 
kelimelere sığdırmak istemiyorum; 
onun için bir şey söylemiyorum."
                                                                                               # S.S.

Ben sizi seviyorsam, bundan sizi ne?

Hayırlı bir organizasyondu.

x X x

Kalbine sun'i damar takılması gereken bir küçük hasta, neredeyse tüm Türkiye'ye mâl olmuştu.
Çeşitli bağışlar, kampanyalar, haberler...
Böyle zamanlarda, gerçekten isminin bilinmesini istemeden büyük fedakarlık yapan insanlara şahit oldum.
İsimsiz kahramanlar onlar işte...

x X x

O küçük sempatik kızcağızın tedavi kampanyasında spor dünyasının katkısı şundan ibaret oldu:
Birincisi, bir futbol kulübümüz, bu tedavi için ayırdığı bir miktar maç biletini, bizzat futbolcularına sattırarak kampanyaya hibe etti.
İkincisi, bir grup hayırsever hanımın organize ettiği yine tedaviye para toplama amaçlı kermese, bazı futbolcuların verdiği destek...


Evet...
Hayırlı bir organizasyondu.
Kermese katılan futbolcular, ligde maç yaptıkları toplardan, giydikleri forma ve eşofmanlardan getirmişlerdi.
Yıldız futbolcularımızdan biri, UEFA Kupası şampiyonluğunda giydiği formayla katılmıştı kermese...
Futbolcu, organizasyonu yapan hanımla sohbet ederken, küçük bir çocuk geldi yanlarına:
- Abi, bu formayı bana verir misin?
Futbolcu, tebessüm ederek çocuğun yanağını okşadı:
- Paran var mı peki?
- Var abi... Bak, bu kadar...
Organizatör hanım, çocuğun elindeki paraları alarak saydı. Sevimli bir tebessümle:
- Dört buçuk milyon lira... Ama çok az bu para, dedi.
Çocuk, yalvaran bakışlarla futbolcuya döndü:
- Bütün param bu...
Futbolcu hemen masanın üstündeki formasını alarak imzaya koyuldu:
- İsmin neydi senin?
Organizatör hanım itiraza yeltendi:
- Ne yapıyorsunuz? Bu paraya mı vereceksiniz formayı?

- Neden olmasın? Forma belki çok para getirirdi ama bütün servetini bu formaya verecek kaç insan bulabilirim dünyada?
# Sıra bana geldiğinde bilet bitmişti

27 Haziran 2013 Perşembe

Kader bu!

ABD’nin iki başkanı… Abraham Lincoln ve John F.Kennedy...


* Kongre’ye seçiliş tarihleri: 1846-1946
* Başkan oldukları tarih: 1860-1960
* İkisi de cuma günü, ikisi de başlarına isabet eden kurşunla öldü.
* Suikast öncesi son görüştükleri kadın: Marylan Monroe - Marilyn Monroe
* Katillerinin (John Wilkes Booth - Lee Harvey Oswald) doğumu: 1839-1939
* İki katilin de üç adı vardı; ikisinin de isminde on beş harf bulunuyordu.
* İkisi de güneyliler tarafından öldürüldü; ikisinin de koltuğuna güneyliler oturdu.
* Lincoln’un sekreterinin soyadı Kennedy, Kennedy’nin sekreterinin soyadı Lincoln’dü.
* Lincoln “Kennedy” isimli bir tiyatroda, Kennedy “Lincoln” marka otomobilde vuruldu.
* Lincoln’ü vuran tiyatrodan kaçtı depoda yakalandı, Kennedy’yi vuran depodan kaçtı tiyatroda yakalandı.
* Yerlerine gelen başkanların soyadı: Johnson – Johnson.
* Yerlerine gelen başkanların (Andrew Johnson - Lyndon Johnson) doğum tarihleri: 1808-1908.

(...)
# kitaptan, Ben senin yerinde olsaydım bunları kitap yapardım

Sizi çok seviyorum!

“Sevgili Berinim”, “Sultanım Mevhibem” gibi zamanında zarafet kokan mektuplar şimdi naftalin kokuyor; geride kaldılar…
Sahipleri Menderes gibi, İnönü gibi…
“Aşk mektubu” konu olunca neden bunları hatırladım, bilmiyorum. Lamia Hanım'a, "Senden sonra kimi fethedeceğim? Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kainatımsın" diye yazan Cemil Meriç de yok artık...

 “Bilgi çağı”nın âşıklarının işi daha bir zor… Öyle ya; pembe ve kenar süslü bir mektupla aşkını “canlı” tutmak kolay değil artık…

Cep telefonuyla, elektronik posta ile, hatta gazete ilanlarıyla “mesaj geçmen” gerek sevdiğine…
(...)
# kitaptan, 
Seni seviyorsam bundan sana ne

Kendi içine yolculuk

Hüzün dolu heybeyle bitirdik, 
kaç seferi...
Bu kadar az mı olmalıydık
gözyaşı vadisinde...
Biz ki,
çilenin gönüllü neferleri...















Hayal değirmenine
avuçla su taşıdık.
Yanlış yerde mi?
Değil,
belki yanlış zamanda
yaşadık...

Topla, çarp, böl, çıkar:
elde var hüzün.
Çile büyük;
hayat sırtımızda yük.


Hülya, Esra, Neyyire
Halime, vesaire...
“Bu da değil” yanılgısı,
bir dolu mağdure...
Sevenleri sevmedik
sevdiğimiz sevmedi;
Bir ömür
böyle tükendi...












Ben girince
çıkılmaz kuyuya,
yerinde duruyorsa dünya
aklınızda bulunsun;
rahmetin yanına
bir dilek daha koyun:
geçmiş olsun.”
# kitaptan, 
Ben senin yerinde olsaydım bunları kitap yapardım

26 Haziran 2013 Çarşamba

Aşk biraz da mazoşizmdir

Yazı yazmanın sakin limanı olmasaydı, biz hüzünbaz insanlar nereye sığınacaktık?

x X x

Siz bu satırları hangi duygularla okuyacaksınız bilemem; bugün Pazar ve ben, her okuduğum kitabın bitiminde olduğu gibi, yeni bir kitabın daha kapağını, mutsuz sona koşan kahramanlarını üzüntüyle uğurlayarak kapatmış olmanın burukluğuyla yazıyorum.
Karşımda, güneşi yutmak için sabırsızlanan kurşuni ufuk... Yarısını kül rengi bulutlara kaptırmış, dışarıda kalan kızıl rengiyle az sonra değişmez sevgilisinin kucağında kaybolacak güneş...
"İki metre" kalmış batmasına...

x X x

Kitap kahramanlarıyla gerçekten tanışmanın bir yolu yok mu acaba?
"Üzülme bacım" diyebilsek mesela, 'az önce ölen' hicranlı güzele, "Üzülme... geride kalanlar da umduğunu bulamayacak bu hayattan... Kaybettiğin bir şey yok."


Yazarlar neden insafsız davranır kahramanlarına? Gerçek hayatta çektikleri çilelerin intikamını mı almaktadırlar onlardan? Sahipsiz bulduğu birisini kalemiyle döverek tatmin mi olmaktadır?

x X x

'Mutlu insanların öyküsü olmaz'  ...mı?

x X x

Bir yazar, gerçek duygularının ne kadarını verebilir okuruna? Kastettiğinin, anlatmak istediğinin, hissettiklerinin, tarif ettiklerinin ne kadarını?


"Yazmamak elimde olmadığı için yazıyorum" demişti bir yazar... Gerçekten, kısmeti olanlar için ne büyük ödüldür yazıya sığınmak...
Yazmak tedavi etmez insanı, sadece hüznünle barışık yaşamanı sağlar çok çok...

x X x


Kadınların üzmediği bir erkek var mıdır?
(...)
# kitaptan, Spor bir hikâyedir

SÖZ

"Kendine bir öğretmen arıyorsan, başarısızlıklarına bak!"
# S.S.

Ne demişti?


"Futbolda adalet aramak,
genelevde iffetli hayat kadını aramak gibidir
."

                                                                     # S.S.

25 Haziran 2013 Salı

Başkasının yazısı

- Brezilya Hükümeti, Pele'yi "milli servet" ilan ederek yurt dışındaki kulüplere satılmasını yasakladığında yirmi yaşındaydı. Bir keresinde bir savaşa engel oldu: Nijerya ve Biafra onu bir maçta oynarken görmek için aralarında mütareke imzaladılar.


- Penaltı kuralı yokken kale önleri mezbahaya dönüyordu. O dönemde Westminster Gazetesi, maç sırasında ceza sahasında ölen futbolcuların tüyler ürpertici bir listesini yayınlamıştı.

- Eskiden maçlar 2-3 saat sürüyor; top uzaklara kaçtığında oyuncular aralarında sohbet edip, sigara içiyorlardı.

- Abdon Porte, Uruguay futbolunun önemli yıldızlarından biri oldu. Nacional takımının formasını dört yılda iki yüzden fazla giydi. Gün geldi, yıldızı söndü. Yedeğe düştü. Ve Abdon Porte, 1918 sonbaharında bir gece yarısı, Nacional takımının sahasında kendini öldürdü. Hava aydınlanırken buldular; bir elinde silah, bir elinde mektup vardı.

- 1994 Dünya Kupası'nı Brezilya kazandı ve o yıl ülkede dünyaya gelen bütün çocuklara Romario adı verildi.
(...)
# kitaptan, Gol olmasa da hareket güzeldi

SÖZ

"Bir gazeteci için en tehlikeli şey, haberi gazeteden okumaktır."
                                                                                                                 # S.S.

İstanbul'u dinliyorum

Türk gazeteci grubu Paris'teydi.
Şampiyon Kulüpler maçından arta kalan zamanlarında otobüsle şehir turu yapıyorlardı.

Geniş Champ-Elysees (Şanzelize) caddesini, tek kuralın kuralsızlık olduğu ve sigorta kapsamı dışında tutulan Etoile (Etual) meydanını, Montmarte (Monmart) yani ressamlar tepesini,  Picasso'nun yediği, Van Gohg'un içtiği, Salvador Dali'nin bilmem ne yaptığı yerleri, "Birlikte olduğum tüm erkekler öldü; ben uğursuz bir kadınım" diyerek 1987 yılında bileklerini kesip intihar eden Dalida'nın evini gezdiler.
16. Luis'nin, içini boşalttırıp tilkiler salarak yedi kilometrelik salonlarında avlandığı Louvre (Luur) Sarayı'nı.
Ve 16. Louis ile karısı Marie Antoinette'in hem düğünlerinin, hem idamlarının yapıldığı, ihtilalde giyotinlerin kurulduğu Concorde (Konkort) meydanını, talihsiz prenses Diana'nın son günlerine şahitlik eden Ritz otelini ve Alma tünelini, ve -elbette!- Eiffel kulesini gördüler...



Faal döneminde tuvaleti olmayan Versay Sarayı'nı... Fransız "asillerin" altına ve sokağa yaptığı, kadınların kolayca çömelip işlerini görmeleri için "dizayn edilmiş" elbiselere "tuvalet" dendiği, pisliklere basmamak için ilk kez yüksek topuklu ayakkabı giydikleri, başlarına yukarıdan dışkı atılmasın diye ilk kez şemsiyeyi burada kullandıkları, iğrenç kokudan arınmak için parfümü keşfettikleri, pislik paçalarından akmasın diye ilk kez külotlu çorabı giydiği... 
(...)
# kitaptan, Sana gözyaşı vâdediyorum

20 Haziran 2013 Perşembe

Ot taşın altında kalmaz

Genç muhabir, bir sanat dergisinde çalışıyordu.
Aylık dergilerin lokomotifi, özel röportajlardır.
Bu muhabir de her ay bir yazarın, ya da bir dizi oyuncusunun veya bir futbolcunun evine giderek “Özel Yaşam” adı altında kapsamlı söyleşiler yapıyordu.
Ünlü misafirinin yirmi dört saatte neler yaptığını, ailesini, çocuklarını, sevinçlerini, hüzünlerini soruyor, foto muhabiri arkadaşının çektiği özel fotoğraflar eşliğinde “Özel Yaşam” sayfalarını hazırlıyordu.


x X x

Genç muhabir, o hafta, o sıralar şöhretinin zirvesinde bulunan genç bir şarkıcıyla bir röportaj yapacaktı.
Yaptı da...
Müzik ve sanat ağırlıklı bu söyleşi, yine foto muhabirinin çektiği çok özel resimlerle süslendi.
Altı gün sonra dergi basıldı.
Genç söyleşi muhabiri, sanki ilk kez röportaj yapıyormuş gibi heyecanla aldığı derginin henüz üstünde tüten boya kokusunu içine çektikten sonra, hızlı hızlı kendi hazırladığı sayfayı açtı.
“Özel Yaşam” sayfaları, kocaman resimlerle şahane görünüyordu. Konuştuğu genç şarkıcı sayfanın ortasında köpeğiyle objektife gülümsüyordu. “Ailem her şeyim” başlığını attığı sayfaların bir başka fotoğrafında şarkıcı, villasının bahçesinde kuyudan su çekiyordu.
Bir şeyi çok beğenir, böbürlenip keyiflenirseniz, biraz ihtiyatlı olun; zira genellikle bir aksilik keyfinizin üstüne kibrit suyu sıkacaktır.
Yan odadan foto muhabiri arkadaşı elinde dergiyle ve felaket haberi vereceği suratının halinden belli olacak şekilde koşa geldi:
- Sen ne yapmışsın be abi!
- Ne oldu ki?!
- Ne demek bu, “Rahmetli babası mezarında oğluyla gurur duyuyordur şimdi...”
- Ne var bunda?
- Yahu adamın babası yaşıyor!
Vücudunu sıcaklık bastı genç muhabirin...
- Yapma yaa!! Ben onu şey etmiştim, adamın öldüğünü bir yerlerde okumuştum sanki…
On altı bin dergi yeniden basılamazdı. Bırakın yeniden basılmayı, böyle bir yanlışlık muhabirin işten atılmasına bile sebep olabilirdi.
Genç muhabir, fotoğrafçı arkadaşına biraz da yalvaran gözlerle baktı:
- Kimseye söylemesek...
- Duyarlar be abiciğim duyarlar. Ot, taşın altında kalmaz! Bir şekilde çıkar meydana...
Derginin piyasaya sürülmesine dört gün vardı.



Mesai bitmek üzereydi. Genç muhabir, elindeki dergiyi koltuğunun altına saklar gibi sıkıştırarak iş yerinden çıktı...
Ne yapacağını bilemiyor, eve gitmek istemiyordu.
İlk üzüntü ve şaşkınlığını attıktan sonra, ikincisi aklına geldi; röportaj yaptığı şarkıcının yüzüne nasıl bakacaktı?


x X x


“Ertesi sabah yaşadığım şoku ömür boyu unutamam” diye anlattı bana muhabir... “Günlük bir gazeteyi açtığımda, röportaj yaptığım genç şarkıcının babasının ölüm haberini gördüm!”

# Üşüyorum anne

"Çüş bize"

Onlar, Şampiyonlar Ligi’nde oynamış, Avrupa’da isim yapmış, ülkelerinin gururu bir futbol takımıydı.Onlar, Türkiye’de en iyi Ali Sami Yen Stadı’nı tanıyordu.Ve onlar, ezeli rakipleriyle deplasmanda yaptıkları bir maçta, tarihi bir sonuçla hezimete uğradıklarında şoku yaşamışlardı.(Gerçekten de o kadar farklı skor, lig kurulalı hiç başlarına gelmemişti.)


Taraftarlar o gün gazeteyi aldıklarında gözlerine inanamadılar.Çünkü, en büyük rakipleriyle oynadıkları derbi maçında bir araba gol yiyen takımdaki futbolcuların imzasını taşıyan bir ilan vardı gazetelerde…Bütün taraftarlardan özür dileyen ilanın metni aynen şöyleydi:

Derbi maçındaki performansımız aşağılayıcıydı. Bu ülkenin en iyi taraftarları olduğunuzu ve sizi yüzüstü bıraktığımızı biliyoruz. Gerçekten çok üzgünüz. Keşke geçmişe dönebilsek ve bu hatayı tamir edebilsek. Bundan sonraki ilk derbi maçımızda yüzünüzü güldürmek ve gururunuzu iade etmek için elimizden geleni yapacağımıza hep birlikte söz veriyoruz.”

Dediğim gibi, ilanda bütün futbolcuların orijinal imzaları ve takımın kadro resmi de vardı.Bu duygusal ilanı okuyan birçok taraftarın içi burkuldu.Kendilerine nice sevinçler yaşatmış takımlarını -elbette- affettiler. Kulübe destek telefonları, faksları yağdırdılar. İnternet sitelerinde futbolcularına hitaben teselli yazıları yazdılar.
x X x

Evet, bir tarihte Galatasaray’la Ali Sami Yen Stadı’nda Şampiyonlar Ligi maçı da oynamış olan İsviçre takımı St.Gallen’in futbolcuları, ezeli rakipleri Wil’e 11-3 yenilince, gazeteye bu ilanı verdiler.

Keşke bizde de formasını rezil edenlerin aklına böyle şeyler gelse...
# Faili meçhûl spor öyküleri

Asi evlat

Arkadaşımın kayınpederi, bir dizi kontrol, muayene ve film sonrası, böbrek yetmezliği yaşadığını öğrendiğinde, bunu metanetle karşılamıştı.
“Allah’a, verdiği bunca hayat için teşekkür ederim” demişti, “Her şey ondan.”
Hatta, gençliğinde hafızasının cüzdanına yerleştirdiği bir beyti özenle çıkarıp okumuştu o akşam evine getirildiğinde:
“Alan sensin veren sensin, kılan sen,
Ne verdinse odur, dahi nemiz var?”
Ama arkadaşımın kayınpederinin yakın çevresi aynı sabır ve olgunlukta değildi.
Sanki teşhisle birlikte adamcağızı tabuta yatırıp o dakika ölüme göndereceklermiş gibi, huzurlu haneleri bir anda cenaze evine dönmüştü.

x X x

Hastalığının teşhisinden bir süre sonra atmış yedi yaşındaki bu “muhacir” amcaya böbrek nakli gündeme geldi.
İstanbul’a yakın bir ilçede oturuyordu.
Arama taramalar sonuç vermedi; ondan daha genç ve daha uzun zamandır sıra bekleyenler sebebiyle pek umut da yoktu.

x X x

Arkadaşımın kayınpederinin üç oğlu, bir kızı vardı; büyüğü oğul lise müdürü, üçüncü oğul ise ayakkabıcı…
İkinciye paragraf açmak lazım:
Evet, ikincisi ise kelimenin tam anlamıyla “boş gezenin boş kalfasıydı.”
İtibarlı babasının ya da okul müdürü ağabeyinin ricasıyla girdiği işlerde barınamamış, huysuzluğu ve kimsenin önünde eğilmeyen tavizsiz tavrı sebebiyle ya bir iki hafta içinde kapı önüne konmuş veya kendisi işten ayrılmıştı.
Belediye otobüsü şoförlüğünden damper kaynakçılığına, matbaacılıktan tekne imalatına girip çıkmadığı iş yoktu bu iki numaralı asi evladın…
Amcanın lise müdürü oğlu ile ayakkabıcı oğlu evli, asi evlat ise bekârdı. Büyük oğuldan bir kız torun vardı.

x X x

Babasının hastalıkla boğuştuğu günlerde bütün aile baba evine taşınırken asi oğul yine ortalıkta yoktu.


Ağabeyi ile küçük kardeşi onun şimdi bir arkadaş kamyonunda şehirle arası yolda, ya da bir bekar dağ evinde, belki harçlık çıkarmak için bir lokantada çalıştığını tahmin ediyor, endişe duymuyordu.
Ama baba:
- Ah oğlum, diyordu, ah oğlum. Böyle bir zamanda yanımda olmayacaksın da ne zaman olacaksın?
Ortanca oğlunun ilgisizliğine hastalıktan çok üzülüyordu.

x X x

Ve bir gün Bursa’da bir özel hastaneden davet aldı arkadaşımın kayınpederi. Bir böbrek bulunmuştu ve teste çağırıyorlardı.

x X x

Test sonucu harikaydı; doktorlar, kan grubunun verici ile aynı olduğunu, dokuların birbirini tuttuğunu ve naklin mümkün olduğunu bildirdiler.
Nakil hemen yapıldı.

x X x

Ama arkadaşımın kayınpederi dört gün sonra öldü.
Aile, babanın ölümünü oğlunun hasretine bağlamıştı.
Doktorlar ise organ vericisinin muhtemelen bir kemirgenden kaptığı “lymphocytic choriomeningitis” denilen bir virüs yoluyla bulaşmış olabileceği ihtimalinden söz etmişti.

Dünya kurulalı beri devran böyleydi; ölenle ölünmüyordu.

x X x


Hayır, bu kez ölünüyordu; Bursa’dan gelen sürpriz böbrek ortanca oğula aitti ve babaya son görevini yaparken kendisi de babasıyla aynı gün ve aynı virüsten dolayı bir başka hastanede ölüyordu.
# Söyle, nasıl üzülmezsen öyle öleyim

Hakemin annesi

- Kusura bakma anneciğim, yarın maça çıkacağım.
Genç hakem, annesinin cesedini bir buçuk metre kazılmış toprağa indirirken, içinden bu cümleyi geçiriyordu.

x X x

Aynı akşam, güneyden Orta Anadolu'ya hareket etti.
Hakemlikte büyük hedefleri, tatlı hayalleri vardı.

x X x

Takımlar seremoniden sonra kendi yarı sahalarına dağılıp, başlama vuruşu yapılacağı sırada çok şık, çok ince, çok anlamlı bir sürpriz yaşandı.
Stadın anons görevlisinin sesi duyuldu hoparlörden:
- Değerli hakemimiz (........../..........) annesini kaybetmiştir. Kendisine sabır ve başsağlığı diliyor ve sizleri bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyoruz.
Statta yapılacak bu tür bir anonstan haberi olması gereken hakemin de haberi yoktu.
İki takım futbolcuları orta yuvarlak etrafında karşılıklı ve disiplinli bir şekilde sıralandı.
Genç hakem, annesinin vefatından beri sabırla direndiği gözyaşlarına bu kez hakim olamadı.
Dudakları kontrolsüz bir şekilde titrediği için saygı duruşunun bitiş düdüğünü çalmakta zorlandı.
Neyse ki hoparlördeki ses yetişti imdadına:
- Teşekkür ederiz.
Sadece takımlarının golleri için ayağa kalkmaya alışmış seyirci, bu defa hiç tanımadığı bir merhume için görevini tamamlamış olmanın huzuruyla yerlerine oturdu.
Maç başladı.


Hiç şüphesiz saha içindeki yirmi üç kişiden işi en zor olanı, hakemdi.
Maç öncesinin karmaşık duygularını oyuna taşımamaya, etki altında kalmamaya çalışıyordu.
Ve o zor an geldi.
Bitime sadece bir dakika vardı.
Misafir takım, maç boyu kendi sahasından çıkmayıp beraberliğe oynamış, hiç hücumu düşünmemişti. Fakat bu dakikada misafir takımın orta saha oyuncusu, tamamen kendi çabasıyla ev sahibi takımın neredeyse tamamını çalımladıktan sonra kaleciyle karşı karşıya kaldı.
Kaleciyi de çalımladı.
Hakem, eldivenli elin gole giden oyuncuyu arkadan indirdiğini gördü.
Çaldı penaltıyı.
Son dakikaydı ve penaltı gol oldu.
Maç bu tek golle bitti.
x X x

Maçın başında hakemin annesi için saygı duruşunda bulunan seyirciler, bu kez ağız birliği etmişcesine koro halinde hakemin annesine küfrediyordu.
Ve maç başında seyirci acısına ortak oldu diye gözyaşı döken hakem, şimdi üzüntüden ağlayarak polis eşliğinde soyunma odasına iniyordu.
# Üşüyorum anne

19 Haziran 2013 Çarşamba

Sen ölme, dayanamam

Genç annenin nurani yüzünde ağlama belirtisi yoktu ama, gözle görülür bir yaş tanesi yanağından hızla yuvarlanıp kucağına düştü. Yarı örtülü başını otomobilin camından içeri çevirdi, kocası gördü mü diye...
Son yetmiş iki günde yaşadığı inanılması ve dayanılması güç şeyleri düşünüyordu.
Ve yakıcı, yıkıcı bir ziyarete gidiyordu.

x X x

On yedi yaşındaki sarışın delikanlı, doktora yalvarıyordu:
- Benim kanım tutuyor, ne olur benden alın.
- Oğlum, kaç kere söyledim, on sekiz yaşında olman gerekir diyorum ya… Baban bulmaya gitti nasılsa, bekleyelim. Tamam mı?
Tam o sırada özel hastanenin başhekimi oradan geçiyordu, bu küçük tartışmayı duyunca ilgilendi:
- Hayırdır?
Çocuktan önce doktor atıldı:
- (H….) Bey, bu delikanlının annesi ameliyat olacak da, iki ünite taze kan arıyoruz. Ben vereyim diye tutturdu. Ama böyle boyuna posuna bakmayın, on yedi yaşındaymış.
Başhekim:
- Olsun, birini ondan alın, deyince çocuğun gergin yüzü yumuşadı.
Baba uğraşı Matbaa Meslek Lisesi’ne giden çocuk, annesinin hastalığı belli olalı uyur-gezer gibiydi. Bir haftadır okula da gitmiyor, annesinin “son günlerini” birlikte geçirmek istiyordu.

x X x

Dram bu mutlu ailenin kapısını çalalı on beş gün olmuştu.
Anne sürekli karın ağrıları sebebiyle ve öylesine gittiği doktordan, yıkılmış olarak döndüğünde…
Dahiliye doktoru, önündeki ultrason filmini incelemiş:
- Anneciğim lafı dolaştırmayacağım, demişti. Bunlar hayatın gerçekleri… Üstelik ne kadar erken davranırsanız o kadar iyi olur. Rahim ağzı kanseri söz konusu… Bir de tomografi çektireceğiz. Sanırım bir ameliyat görünüyor size… Dediğim gibi umutsuzluğa düşmeyin. Çocuğunuz var mı?
Kadın ses çıkaramamış, sadece başparmağı ile “bir” diye işaret etmişti.

x X x

Üç gündür hastanedeydiler. Annenin başında baba ve oğul… Hasta yatağının karşısında bir refakatçi yatağı, iki yatağın ortasında da bir koltuk..
Ertesi gün ameliyat vardı. Anne artık bu fikre alışmıştı.
- Akşam ilaçların etkisiyle olacak, erken uyumuşum. Refakatçi yatağında hanginiz yattınız bu gece?
Baba yatağın üstünde, oğul koltukta oturuyordu. Çocuk kafasını kaldırdı:
- Ben yattım, ne oldu, horladım mı?
- Yok canım, yok bir şey.

x X x

Ertesi gün annenin operasyonu başarı ile gerçekleşmişti.
Öyle ki, ameliyatın üçüncü gününde taburcu olmaya hazırlanıyordu.
Oğlunun kolunda lavaboya gidip geldikten sonra, kendi yatağını bizzat kendisi düzeltmiş, valizini hazırlıyordu.
- Diş fırçamı hanginiz kullandınız?
- Ben, dedi oğlu.
Anne kaşlarını çattı.


Aile o gün hastaneden çıkamadı.
Annenin, refakatçi yastığında ve diş fırçasında gördüğü kan sebebiyle korktuğu başına gelmişti.
Ameliyat öncesi, annesi için çocuktan kan alan doktor, daha sonra başhekime gitmiş, çocuğun kanındaki eksiklikten bahsetmiş, anne için başka kan bulunmuştu.
Şimdi, başhekimin odasına çağırdıkları matbaacı babaya meseleyi anlatmaya çalışıyordu iki doktor:
- Sorun çocuğun lenf bezesinden kaynaklanan lenfomalar, amcacığım…
“Amca”, doktorların iyi şeyler söylemediğini anlıyordu ama ne dediklerini anlamıyordu. Kelimeler taş parçası gibi kafasına çarpıp duruyordu:
-  İlkel sinir hücrelerinden…. köken alan nöroblastomlar… tabii son zamanlarda yaşadığı aşırı üzüntü ve stres de… tetiklemiş olabilir.
Özetle, çocuğun kanının ileri tetkiki ile problem ortaya çıkmıştı: Lösemi (kan kanseri.) Ve genç vücut, aynı hastanede yapılan tedaviye cevap vermemiş, bir hafta sonra evine çıkarılmış, evindeki sekizinci günde de ölmüştü.
Baba ile anne, elli iki gün sonra ilk kez birlikte mezarlığa gidiyordu.
# Sana gözyaşı vâdediyorum