11 Haziran 2013 Salı

İki bin yılına mektup

Kucağımda bir futbol topuyla eve girdiğimde oğlum şaşırmıştı:
- Bu top nereden çıktı baba? Daha geçen hafta almıştın ya?
- Bunu başka bir amca gönderdi.
- Öyle mi? O zaman bunu Hasanlar’a veririz.
- Bu kalsın. Benim aldığımı ver.


x X x

Sanırım 1985 senesiydi.
Bir dergide çalışıyordum.
Nereden akıllarına estiyse, o zamanın PTT idaresi, bir kampanya başlatmıştı; “2000 yılına mektup.”
Hoş bir espriydi.
Yirmi yaşlarındaydık; en samimi arkadaşımla oturup “Kime yazalım?” diye düşündük.
Sonunda, birbirimizin “oğluna” yazmaya karar verdik.
Bekârdık ve sanki 2000 yılı hiç gelmeyecek, bizim de hiç çocuğumuz olmayacaktı; kikir kikir mektupları bitirip, postaya verdik.



İnsan kendi yazdığı mektubu bile unutabiliyormuş.
Bundan bir kaç ay önce posta kutusunda sevgili arkadaşımın on beş yıl önce oğluma gönderdiği mektubu bulunca, karmakarışık bir duygu kalabalığının içine düştüm. Solgun zarfın üstündeki yazılar sanki adres kelimeleri değil, hâtıra, sürpriz, nostalji, hüzün gibi uçurtmaların geçit resmiydi.
Mektubu hemen oracıkta titrek parmaklarla yırtarak açtığımda bu kez derin bir acı hissettim sol göğsümde...
Kısaydı:
“Sevgili yeğenim,
Eğer 2000 yılına çıkarsam, senin de karnen iyi olursa... Söz, sana bir futbol topu alacağım. Ama sen de Fenerli olacaksın haa!”
Oysa sevgili arkadaşım 1991 yılında -bekârdı-, kendi otomobiliyle Bursa-F.Bahçe maçına giderken Yalova çıkışında bir kamyonun çarpması sonucu ölmüş, 2000 yılına “çıkamamıştı.”
Oğlumun sesi hatıratın filmini kopardı:
- Baba, topu alan amcaya nasıl teşekkür edebilirim?
“Ben aldım” demedim artık...

# Söyle, nasıl üzülmezsen öyle öleyim

Buldu Alman kızı, unuttu bizi

Fazla kilosu sebebiyle tıknefes olarak oturdu masamın sağındaki koltuğa…
Neredeyse bin yıl öncesinden tanıdığım ve en son Almanya’da gazeteci olarak bıraktığım Selim şimdi ne yapıyordu?
-         Eee, ne yapıyorsun şimdi?
-         Ooo, çok şey değişti. Seninle en son Bonn’da görüşmüştük değil mi? Bonn’dan Berlin’e geçtim bi kere. 1991'de verilen kararla başkent Bonn'daki bakanlıkların, yasama ve yönetim birimleri kademeli olarak yeni başkent Berlin'e taşındı. 1 Eylül 1999’da da Hükümet Berlin'de iş başı yaptı. Ben de o gün bugündür Berlin’deyim.
-         Yeni değil, eski başkent :).
-         Orası öyle, eski evet… Nazi Almanyası’nın başkentiydi. Utanç Duvarı’nın yıkılışından sonra iki Almanya birleşince yeniden başkent oldu ya, o anlamda söyledim.
-         Biliyorum biliyorum.
-         Gazetecilikten tercümanlığa geçtim. Devlet adına tercümanlık yapıyorum.
















-         Euro’ya geçişten sonra öldük bittik diyor Avrupalılar… En çok da Almanlar yakınıyor galiba… Öyle değil mi?
-         Aynen öyle.
-         Türklerin çoğu kesin dönüş niyetinde galiba… En azından benim tanıdıklarım öyle diyor.
-         Kesinlikle… Sigortasız işçi çalıştırma noktasında patlama var mesela… Bak sana bir şey anlatayım. Geçen yaz Samsun’a gitmiştim. Orada teyzemin komşusu bir kadıncağız benim geldiğimi duymuş. Yanıma geldi, Almanya’daki kocasına ateş püskürüyor. Ağlayıp sızlıyor, “Alman karıyı buldu, bizi unuttu” diye… Dönüşte araştırdım. Benim eve yakın bir yerde, Schöneberg’de çalıştığı inşaatta yukarıdan düşüp ölmüş. Gömmüşler temele, vermişler betonu. Sigortasız işçi çalıştıranın iflahını sökerler. Bitti gitti.
-         Katil olmak daha hafif suç mu?
-         Yahu kim bilecek, kim bulacak. Almanya’da “eğitim zayiatı”, yani çalışma sırasında kazaya kurban giden o kadar yabancı var ki… Bi tarihte Yozgatlı bir işçi, o da sigortasızdı, turist vizesiyle gelmişti Almanya’ya, bin altı yüz elli derece fırına düşünce, sadece “cız” deyip anıda kül oldu. Onun da ardından hâlâ “Sarışın Alman kızı buldu, bizi unuttu” diyorlardır.
# Söyle, nasıl üzülmezsen öyle öleyim

Sular kesilmişti o gün

Özcan Abi iş bitirici bir adamdı aslında…
Ben, sen, o, hiç fark etmez; kimin işi olsa koşardı.
Otuz beş yıl müessesemize hizmet ettikten sonra emekli oldu.


Bir gün bizim hastanenin müdürü arayıp şöyle demiş:
-         Özcancığım, burada zaman zaman sular kesiliyor. Maazallah ameliyat esnasında sıkıntı olacak diye korkuyorum. Şey diyorum…
-         Anladım abi, ben şimdi o işe bakıyorum. Kesin çözüm bulacağım sana…
Gerçekten de hemen harekete geçmiş.
Oraya telefon, buraya selam…. Su deposuydu, tankerdi...
Ertesi gün hastaneyi sürekli su bulunur hale getirmeyi başarmış!

x X x
Bizim gazeteden beş kişilik bir ekip, (Ahmet, İrfan, Muaviye, İnan ve Sedat Beyler) Ümraniye’de bir cenaze taziyesinden dönerken, İnan Beyin aklına geliyor:
-         Gelin bir hayırlı iş daha yapalım. Özcan Abinin evi buraya çok yakın. Ziyaret edelim. Çok sevinir, biliyorum.
Hemen sapıyorlar Göztepe’ye…
Bir insanın, evine gelen misafirlerden memnun olup olmadığını anlamak çok kolaydır.
Sevinciniz, suratınız, sunduklarınız… samimiyetinizi ele verir.
Özcan’daki büyük coşku, gürül gürül neşe misafirlerini ne kadar isabetli bir ziyaret yaptıklarına ikna etmişti.

x X x

Misafirlerin ayrılmasından bir süre sonra eşi, Özcan Ağabeyin yüzünün sarardığını, terlediğini, giderek fenalaştığını gördü.
Kalp krizi geçirdiğini tahmin ederek hemen hastaneye kaldırdı.

x X x


İlginç olan şu ki, o gün hastanede sular kesilmişti ve gece ani ölümü sonrasında Özcan Abiyi, bir gün önce hazır ettiği tanker suyuyla yıkadılar… 
# Söyle, nasıl üzülmezsen öyle öleyim

Annee! Dedem ağlıyor!

Çocuk mutfağa doğru bağırdı:
- Anneee! Dedem ağlıyor!
Bereket duymadı annesi....

x X x

Dede, devrinin en ünlü aktörlerinden biriydi. Milletlerarası ödül kazanan ilk Türk filmlerinden birinde de oynamıştı.
O dönemde Türk sinemasında bir yıldız oyuncu olarak yerini aldıktan sonra, sinemanın ve Türkiye’nin giderek bozulması üzerine, sanatı bırakıp özel hayatına çekildi.
Ne yönetmen oldu, ne sinema yazarı... Bilerek, isteyerek unutturdu kendini...
Sinemadan küçük kazançları ve babadan kalanlarla iş kurdu. Normal bir hayat sürdü. Önce çocukları, sonra torunları oldu.
Şimdi İstanbul'a yakın bir ilçede, torunlarının geleceğini ve çokça da ölümü düşünerek günlerini tüketiyor.
"Aaah siz bir zamanlar beni görecektiniz ki... Bizim zamanımızda..." havasında değil... Mahalleliyle sinema konuşmaz, eski bir film yıldızı olduğunu bilen bir kaç kişiyle de bu konulara fazla girmez.
Çok az televizyon seyreder. Kritik yapmaz. Otorite kesilmez. Sanata, sinemaya yabancı gibi...


Dede, göle bakan odadaki yemek masasında Türkiye gazetesinin bulmacasını çözüyordu. Bir iki "soldan sağa" dışında çoğunu doldurdu karelerin... Bazı bulmaca karelerine konmuş rakamlara isabet eden harfler vardı. Bulmacanın altına bu harflerin yazılacağı şifre kelime için kutular konmuştu.
Dede, o rakamların yanına denk düşen harfleri aşağıdaki kutuya yerleştirirken, şifre kelimenin kendi adı olduğunu hayret, şaşkınlık ve büyük bir minnetle gördü.
İki gözünden aynı anda süzülen iki damla, bulmacadaki kendi adının üstüne düşüverdi.
O sırada yanına gelen kız torunu mutfağa bağırdı:
- Anneee! Dedem ağlıyor!
Bereket duymadı annesi...

Dede yaşlı gözlerini saklayarak gölü, daha doğrusu göl üstünde hayal meyal gördüğü eski bir filmini "izlerken", kocaman adamın ağlamasını çabuk unutan torunu, tekrar oyuncak trenini rayına yerleştirmeye çalışıyordu.
# Söyle, nasıl üzülmezsen öyle öleyim

Bir tekme de benden

Yenildikleri derbi maçından çıkmışlardı.
Arkadaşı:
- Bu hakemler bize cephe almış oğlum, dedi. Zaten geçenlerde bizim başkan televizyonda söyledi, "Hakemleri de yeneceğiz" diye...
Bülent teyit etti:
- Sezon başında beri her maçta penaltımız gitti. Federasyon başkanı, hakemlerin başkanı, hep onlardan....
- Spor yazarları da... Herkes onların tarafını tutuyor.
Bülent:
- Yok oğlum, bizim eski topçular hep takımın lehine yazıyor.
- Bırak be, diye sözünü kesti arkadaşı... Ben yazar olsam şu hakemin var ya...
- Yazdırmazlar ki, diye itiraz etti Bülent, medya patronları hep onlardanmış. Akşam abimle tartışıyorduk, biliyorsun o da rakibi tutuyor, dedi ki bana, "Hepsi bizden."
- Başlatma abine, şu maçı nasıl onlara verdik yaa! Hakem makem tamam da bizim sırık da o golleri nasıl kaçırdı?


- Bak şuraya olum, dedi arkadaşı, bizimkiler birini kıstırmış dövüyorlar! Gel biz de vuralım!
Stadın az ilerisinde, yaya kaldırımında yarı beline kadar çıplak bir gencin etrafında toplanan rakip takım taraftarları, insafsızca vuruyordu.
Bülent ve arkadaşı koşarak olay yerine geldi. Yerde yüzüstü yatan gencin kemerine taktığı rakip takım renklerini taşıyan fuları gördü Bülent...
Önce arkadaşı yerdeki gencin çıplak sırtına basarak karşıya atladı. İnip kalkan tekme ve yumruklardan fırsat bulan Bülent de araya sızıp, yaralı gencin karın boşluğuna bir tekme savurdu.
Gencin kafasından, omzundan kanlar akıyordu.
Kenardan seyredenlerden biri bağırdı:
- Polisler geliyor!
Kalabalık bir anda sağa sola kaçışmaya başladı. Bülent de caddenin karşı tarafına doğru koşmaya niyetlenip, yerdeki yaralı gencin üstünden atlamaya çalışırken ayağı kanlı vücuda takıldı ve kaldırıma düştü. Tam bu sırada bir polis yetişip, Bülent'i boynundan yakaladı!
O arada diğer bir polis de yerdeki yaralı genci omzundan tutup ayağa kaldırmaya başladı.
Bülent, yaralı taraftarın kan içinde kalmış yüzünü gördü. Ve acı bir feryatla ortalığı yıkmaya başladı:
- Abiiiii! Abiiiim! Abiiiim!
İki kardeşten biri bir polisin, diğeri öbür polisin ellerinde baygınlık geçirdi.
 # Söyle, nasıl üzülmezsen öyle öleyim

Hüznün sultanı…

“En büyük” ağabeyimin çok farklı özellikleri vardı.
Bunlardan biri de çocuklara isim koyma meselesi… 
Akıl sır ermez!
İnsanlar onun bu özelliğini bildiği için, çocuğu, torunu olan ondan isim vermesini istirham ederdi.
Mesela tarihçi dostum Gazanfer, oğluna isim sormak için telefon etmiş, şu cevabı almıştı:
-         Ahmet Yesevi olsun.
Ee? Bunda şaşıracak ne var?
Şu:
Gazanfer Hoca, o sırada çalışma masasında Ahmet Yesevi hazretleri ile ilgili doktora tezi hazırlıyordu!
Önünde duran son yazdığı satırları ağzı açık okudu:
Ahmed bin Muhammed Yesevi, Yusuf-i Hemedani’nin üçüncü halîfesidir. Buhara’da dersler verip, sonra Türkistan’a gitti...” diye devam ediyordu.


Ali ağabeyin oğlu olmuştu. Hanımı, komşularının oğlu Serhat’ın ismini çok seviyordu. Da, Ali abi, “Soracağız, ne gelirse odur” dedi.
Sordular.
-         Bir oğlumuz oldu, ellerinizden öper.
-         Allah bağışlasın. İsmini Serhat koydum.

x X x

Fatih abimiz kızı için isim sorarken hiç aklında olmayan bir cevapla karşılaştı:
-         Mukadder.
Çocuk büyüdükçe zihinsel ve bedensel engelli olduğu anlaşıldı.
Mukadder, “Kaderine razı” demekti.

x X x

Allah selamet versin, Bahattin abi geldi aklıma… Oğlu olmuş. Hanımı “Babamın adını koyalım, Faruk olsun” diyor. Bahattin Abi “Benim babamın isminin nesi var, Ahmet olsun o zaman” diye diretiyor. Eh, çözüm mercii olarak ağabeyime soruyorlar, herhangi bir isim belirtmeden. Cevap:
-         Ahmet Faruk olsun.


Alaattin abi, yeğeni için isim sormak üzere kapısını çalıyor. 
İçeri girmeden kapı ağzından:
         - Bir erkek yeğenim oldu da, isim soracaktım, diyor.
Ağabeyim bir süre sessiz bekliyor. Derin bir nefes alıp dışarıyı, uzakları seyre dalıyor pencereden... Alaattin Abi bu sessizlikten korkuyor. Abim tekrar derin bir nefesle dönüyor:
         - Abdülvahap olsun… Abdülvehhâb-ı Şaranî, hüznün sultanı…
(Sonrasında hüzünlü şeyler oldu.)

x X x

Muaviye abimiz de ilk oğula kavuşmanın heyecanı ile ağabeyimin kapısına gidiyor, “Bir isim isteyecektim” diye…
Keyifle cevaplıyor abim:
-         Hüseyin olsun… İkincisi Abdülhakim olur, üçüncüsü Fehim olur…
Arka arkaya üç oğlu oldu Muaviye abinin, isimleri önceden verilmiş, Hüseyin, Abdülhakim ve Fehim

x X x

Şimdi bütün bu isimler, onun sevgili çocukları, gözleri yaşlı, yüreklerinde acı, ağabeyimin ruhuna duacı…

Allah de be yav!

Ensemize yalancı tokadını atar, gülerek “Tövbe de be yav!” diye bağırırdı.
Ya da çarpıcı bir söz söylerdi, ibretlik bir menkıbe anlatırdı, finali öyle yapardı: Allah de be yav!
Ölüm sevgiliye kavuşmaktır” derdi. Sevgiliye kavuştu. O öldü diye değil, biz kaldık diye üzülüyoruz. Onsuz bir dünyada yaşamak… Böyle bir akıbeti hiç aklımıza getirmediğimiz için büyük boşluğa düştük.
 “Ya Rabbi Enver Ağabeyimizi başımızdan eksik etme!” diye duaya alışmış diller, vefatından sonraki ilk namazda bocaladı, titredi, bir an ne diyeceğini bilemedi…
Hepimize dokundu. Sımsıcak elleriyle elimize, yüzümüze dokundu. İş vererek, adam muamelesi yaparak, evlendirerek, çocuklarımıza isim vererek, ev sahibi yaparak hayatlarımıza dokundu.
Derdimiz derdi oldu.
Daha iyi bir iş buldum diye ayrılan birisi için “Kurtulduk” diye sadaka dağıttı, o kişi dönüp geldi, tekrar işe aldı.
2002'nin ağustos ayında kanser olduğumu öğrenince ziyaretlerine gitmek istedim. Kendi kendime diyordum ki, “Bana bir kere sarılsa şifa olur.”
Yalova'daydılar. Kalabalık bir cemaatle mescitte öğle namazı kıldık. Orada önemli ağabeylerimiz vardı. İzhar edilmiş herhangi bir talebim olmamasına rağmen, bendenize dönüp, “Sen odama çık, geliyorum” dedi.
Geldi. Sohbetlerinin arasında, “Ben herkese iyilik yapmaya çalıştım, neden beni arkadan bıçakladılar bilmiyorum” dedi. Bendeniz ağlamaya başladım.
Bir süre sonra, “Ameliyat olacağım” dedim. “Ayağa kalk” buyurdu. Kollarını açıp sarıldı. Bir süre tuttu; bırakırken, “Ameliyattan sonra eskisinden daha sağlam olacaksın” diye müjde verdi.
Ameliyat olduğumda 41 yaşındaydım ve o güne kadar bir deri bir kemiktim; 65 kiloyu hiç geçmemiştim. Bugün 90 kilo ve sağlığımdan utanıyorum.


1981 senesinde askere çağırdılar. Sordum. “Tecil ettir” buyurdular.
Fatih Askerlik Şubesi başkanı olan albay, çekmecesinden A4 dosya kâğıdı çıkarıp kendisi yazdı dilekçemi:
“Fatih Askerlik Şubesi Başkanlığına,
Eğitimime devam edeceğimden askerliğimin tecilini talep ederim.”
Böyle bir hakkım olduğunu bile bilmiyordum. “İmzala” dedi albay, imzaladım. “Şimdi git, 1982’de gel” dedi.
Döndüm, Enver Ağabeyime arz ettim; “82’de gel dediler efendim.”
92’ye kadar da ben göndermiyorum” dediler.
Bu on yıllık sürede hakikaten olmaz denebilecek şeyler oldu. 92’de rahmetli Özal “yurt içi bedelli” diye bir kanun çıkardı.  Bendenizi tarif ediyordu kanun: “Yoklama kaçağı olacak. 29 yaşından gün almış olacak. Bu kanun bir yıllık geçici olacak.”
Burdur’da yıllık izin süresince kalıp geldim.


“Gündüzleri gülen, geceleri ağlayan adam”dı…
“Bana para vermeyin, çünkü hemen dağıtıyorum” derdi.
Çocuklarıyla ortada kalmış gözyaşı döken bir kadını televizyon haberlerinde gördüğünde hıçkırarak sarsıla sarsıla ağlamış, hemen o kadını buldurup ev vermişti.
Sırf onu tanımış olmak bile dünyaya gelmeye değdi.
1983 senesinde odalarına girdiğimde, yanlarında bulunan Mehmet Emin Alpkan, “Bu insanları nereden buluyorsunuz. Hepsi sizi çok seviyor” deyince, “Benim canım onlara feda olsun” anlamına gelecek öyle bir söz söylediler ki, kullandıkları kelimelerle yazamaya elimiz gitmez.
1973'te babam, 2000'de ablam, 2005'te ağabeyim, 2006'da annem öldü. Onları bir kez daha ve bir an görebilmek için kalan ömrümü feda ederim. Hepsi acıydı. Ama Enver Ağabeyimin acısı bambaşka…
İsmimizi görsün, resmimizi görsün, cismimizi görsün diye çabalar, sadece onun için yazar, sadece ona beğendirmeye çalışırdık kendimizi…
Varis bırakmasaydı ne yapardık biz?
Anam dee!”

Sonsuzluğa yazılmış "nakışlar"

Bir gün bir kitap yazarsam önsözü çok okkalı olmalı diye karar vermiştim. Çünkü önsöz kitabın vitriniydi ve "müşteriyi yakalamalıydı."
Ama... 1978 yılından -17 yaşımdan- beri yazıyorum; hikâye, şiir, makale; ve bir tek tane yazımı bile biriktirmedim.
Nedeni şu:
Bugün yazdığımı yarın beğenmiyorum! Belki yine böyle olacak...
10 kitap yazdım, hepsinde aynı pişmanlığı yaşadım.
# S.S.