İlkokul
üçüncü sınıfta olmasına rağmen, bilgi yarışmasında dört ve beşinci sınıfları da
geride bırakmış, babacan öğretmenin koyduğu ödüle zekâsının gücüyle kavuşmuştu.
"Kazananı
ay başında şehre götüreceğim" demişti öğretmen…
İlk
kez yaşayacağı şeyler şehri görmekle sınırlı değildi; dokuz yaşında ilk kez
trene binecekti; tarlada çalışırken bir anda ortaya çıkışını hep hayret ve
hayranlıkla izlediği o kara devin içinde olacaktı.
Şehirde
onu nelerin beklediğini bilmiyordu.
Sihirli
bir yolculuğun arifesinde heyecandan neredeyse hiç konuşmayan çocuk, ertesi
sabah babasının peşinde öğretmenin evine doğru çamurlu yolu adımlarken,
şehirden dönüşte arkadaşlarına neyi nasıl anlatacağını düşünüyordu.
Öğretmeni
ile birlikte karşıdan görünen komşu köye kadar yürüyecek, oradan trene
bineceklerdi.
x X x
Trenin
heybetli merdivenlerini, küçük ama düzgün "odalarını", deri
koltuklarını… hareket ettiğinde evlerin, otların, dağların geriye doğru
aktığını, tünelin içinin karanlık olduğunu, uzaktan gördüğü komşu köydeki
istasyonun dışında başka istasyonların da bulunduğunu… hafızasına kaydetti.
Şehri
gördüğünde ise tam anlamıyla çarpıldı; ne kadar büyük bir yerdi burası… Ne
kadar destansı, ne kadar anlatılması zor, ne kadar…
x X x
Çocuk,
trenin de şehrin de kendine has bir kokusunun olduğunu hissetti. Her vitrinde
ayrı şey, özellikle cansız mankenler… Sonu gelmez arabalar… Yürüyen binlerce
insan… Çocuk, öğretmeninin elini tutmuş olduğunu unutmuş, hangi tarafa
bakacağını şaşırıyordu.
- Sen
şu bankta otur (B…..), sakın bir yere kalkma, sağı solu seyret, hemen
geliyorum.
"Tamam"
bile diyemedi çocuk, gözleriyle öğretmeni takip etti. Caddenin karşı sırasında
bir bankaya girmişti öğretmen, maaşını çekmeye…
Dönüşte
bu kez öğretmen banka oturdu, çocuğun eline bozuk para vererek sağ taraflarında
görünen manavı gösterdi:
-
Kendine yiyecek bir meyve al, hadi bakalım.
Çocuk
çekingen adımlarla gidip, belinde mavi para kuşağı bağlı, ağzında külü uzamış
sigarası ve elinde püsküllü süpürgemsi bir şeyle sebze ve meyvelerin üstündeki
görünmeyen tozları silen yaşlı manava elindeki parayı uzatıp, parmağı ile
meyveler arasında "en kırmızı görünen" domatesleri gösterdi.
-
Şundan...
Adam
bir bozuk paraya, bir çocuğa baktı; bir büyük domatesi kazağına döndüre döndüre
sürdü ve çocuğa verdi.
Bu
kez bir bisikletçinin önündeydiler. Çocuk gördüğüne inanamadı; öğretmen cüce
sayılabilecek kadar kısa boylu bisikletçiye para ödüyordu!
Bisikletçi
az sonra üç tekerlekli bir bisikleti diğerlerinden öne çıkararak, kenarda
çekingen duran köylü çocuğu çağırdı:
-
Gel, bin bakalım!
Çocuğun
eli ayağı birbirine karışmış, ağzı kurumuş, kalbi küt küt atmaya başlamıştı.
O
bisiklete otururken öğretmen ile bisikletçi dükkâna girdi.
Çocuk,
dükkânın önünde uzayan futbol sahası büyüklüğündeki arsada coşku ile
bisikletini kullanmak yerine, bir kenarda incelemeye koyuldu.
Köydeki
arkadaşlarına gösterinceye kadar bisikletin eskimesini istemiyordu. Sağına
soluna bakıyor, ilk kez yakından gördüğü bu aletin her tarafına dokunuyordu.
Klaksonunu çaldığında kendi kendini korkuttu.
Masallardan
fırlayıp önüne düşmüş olan bu aleti köyün nerelerinde kullanacağını düşündü. En
çok hangi arkadaşı şaşıracak, en çok hangi arkadaşı kullanmak isteyecekti?
Ağabeyi istediğinde verecek miydi? Kız kardeşine bisiklet kullanmayı
öğretebilecek miydi? İyi ki üç tekerlekliydi, hem kendisi hem de kız kardeşi
düşmezdi. Bu aletin köyün ilk bisikleti olacağını düşününce…
-
(B…..) tamam, getir oğlum bisikleti…
x X x
Oysa
öğretmen öğrencisine beş dakikalığına bisiklet kiralamış, fakat çocuk bisikleti
kendinin sanarak "yıpranmasın" diye hiç binmemişti.
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

0 yorum:
Yorum Gönder