13 Haziran 2013 Perşembe

Onurunu kaça satarsın?

1994 yılı yazında Amerika’daki koskoca Dünya Şampiyonası gelip gelip İtalyan Roberto Baggio’nun Brezilya kalecisi Claudio Taffarel’e atacağı penaltıya düğümlenmişti.
İtalyanlar’ın o günlerdeki en büyük yıldızı Baggio, penaltı vuruşunu direğin üstünden dışarı gönderdiğinde, Taffarel, dünya şampiyonu olmuş bir kaleci olarak takım arkadaşlarıyla kenetlenmeye koşuyordu.

x X x

Bu tarihi olaydan üç yıl sonra İtalyan reklam şirketi TİM, bir dizi reklam çekimine başladı. Reklamların ortak özelliği, tarihe mal olmuş bazı olayları tersine çevirerek dikkat çekmekti. Mesela, Titanic gemisi tarihteki gibi buz dağına çarpıyor ama, reklamda gemi yerine, dağ parçalanıyordu.
Ya da örneğin (bunu ben uyduruyorum), paparazzilerle Leydi Diana’nın Paris’teki ölümcül koşuşturmasında Diana değil, paparazziler kaza yapıp ölüyor.

x X x 

Aynı reklam şirketi Taffarel’in de kapısını çaldı.
Önüne koydukları senaryoda Roberto Baggio’nun dışarı attığı penaltı bu kez gol oluyor, kupayı İtalya kazanıyordu.
Taffarel’e, bir kaç saniye kalede durması için teklif edilen rakam 250 bin dolardı.
Ünlü kaleci hiç düşünmeden bu reklamda oynamayı reddetti:
- Allah bana o büyük onuru yaşattı. Bunu 250 bin dolara satamam. Her şey para değil, diyerek....
Hem de UEFA Kupası’nı kazandırdığı G.Saray’dan hak ettiği alacağını tahsil edebilmek için FIFA’dan cevap beklediği günlerde...


-----

(Bu arada, o reklam senaryosu, Taffarel’siz, kaleciyi göstermeden çekildi.)
# Faili meçhûl spor öyküleri

Bir nevi teşekkür benimki

“...(...) sizin televizyondaki yapımcı (N......H.......)’ya kızgınım. O büyük Veysel Karani öyle mi anlatılır yaa? Çok daha çarpıcı bir film yapılabilirdi. Ben böyle bir projeye imza atmak isterim. (...) Sık sık namaz kılarım, kendi bildiğimce... Belki eksik, belki yarım... Bana verdikleri için Allah’a bir teşekkür benimki... (...) Hayatın bu dünyadaki kadar olduğuna inanmıyorum. Gerçi bu sonsuz yolculuğun nereye vardığı konusunda cahilim ama hayat sadece bu dünyadan ibaret olsaydı, çok acı ve dayanılmaz bir şey olurdu. (...) Babaannem çocukken beni Kuran Kursu’na göndermişti, sık sık Yasin okurum. (...) Kadına başörtüsü çok yakışıyor. Annem bazen başını örtüp namaz kılar. Ona yalvarırım bir süre daha başörtüsü başında dursun anne, diye... (...) Kapalı bir hanım çalışmamalı bence... O büyüyü, o iffeti, o dokunulmazlığı bozuyor, sıradan hale getiriyor günlük koşuşturmalar... (...) Peşine düştüğüm şey, dünyevi ‘ben’ duygusundan kurtulabilmek... Güzelliğim ve sesim, kendi marifetimle elde ettiğim şeyler değil. Kendi çabamla olmayan ‘malzeme’ ile böbürlenmek saçma geliyor bana... Bunu, yaşamımı tamamlamadan halletmek istiyorum... (...) Mutlak gerçeği arıyorum, hayatın bu kadar olmadığına, hiçbir şeyin bu kadar olmadığına inananlardanım... Ama çok bilgisizim. (...) Beden ne oluyor, ruh ne oluyor, bu enerji nereye gidiyor, o bilgileri bilmiyorum... (...) Paylaşmak, dağıtmak istediğim çok şey var. Ölürsem nasıl yapacağım? Bunun mutlak bir yöntemi var ama... (...) En azından o mutlak bilgiye ulaşmak için çabalamak, oraya yaklaşmak bile insanın dünyadaki nefes alıp verişini kolaylaştırır diye düşünüyorum. (...) Bu bilginin peşine düşmek gerek. Zaten mutlak bilgi dediğimiz şeyin ucu neticede Allah’a dayanıyor. (..) Oldum olası Allah’a hep inandım. Hiçbir şey, evrim teorileri, ideolojik kitaplar, maddeyi açıklayan, maddeyle açıklanan, hiçbiri, çok ikna edici insanlar, yazılar, hiçbiri inancımı yok edemedi. Çünkü çok daha kuvvetli bir şey vardı benim içimde... Bunlar çok özel şeyler... Çok sıkıntılı olduğum, sıkıştığım anlarda kendimi akışa kaptırıyorum. Ama birden bire Allah’ı hatırlayınca meselelere bakışım, o taşkın halimden sıyrılıp daha başka bir boyuta sıçrıyor. Sakinleşiyorum. (...) Ruhumu eğitiyorum.(...) Çok zor bir yola düştüm. Ama onun bir kere tadını keşfedince de resmen temizlendiğini falan hissediyor insan...”

x X x


Bir tarihte Engelliler Federasyonu’nda yönetim kurulu üyesi olduğu için ziyaretimize gelen, küt saçlı, aktris, şarkıcı, televizyoncu, Türkiye’nin sayılı güzellerinden, heyecanla konuşurken bir yandan da mini eteğini çekiştiren bir hanımdı bu sıradan sözleri sıra dışı hale getiren...
# Faili meçhûl spor öyküleri

SÖZ




"Her tercih bir şeyi kaybettirir.
# S.S.

Tarifsiz bir sızı

1995 yılı, Mart ayıydı.
Sefaköy’de bir evde, baba ile oğul arasında şu konuşma geçti:
- Cemil oğlum, gözlerin niye kızarmış, ağladın mı sen?
Cemil babasına sırtını dönerek pencereden dışarı baktı, cevap vermedi.
- Erkek adam ağlar mı oğlum, kocaman delikanlı oldun, on sekiz yaşındasın!
Bu söz üzerine Cemil yeniden ağlamaya başladı.
- Hadi bir şey söyle oğlum, ne oldu sana?
Bu kez Cemil babasına dönerek, dudakları titreye titreye şöyle dedi:
- Okul takımına giremedim baba. Ve böylece liselerarası turnuvaya da katılamayacağım.
- Ama nasıl olur? Sen lisenin en iyi futbolcusu değil miydin?
- Öyle ama, yetmedi...
- Neden?
- Beden Eğitimi hocamızın uyguladığı seçme sistemi yüzünden...
- Nasıl bir sistemmiş bu?
- Ne bileyim! Takıma girmek isteyen neredeyse 30 kişi vardı. Daha doğrusu, tam 30 kişi. Hoca dedi ki, "11 kişi alacağım, siz 30 kişisiniz. Şimdi her birinizin futbol kalitesine bakamam."
- Peki ne yaptı?
- Hocamız, “Hepinizin futbolu birbirine yakın. Ben başka türlü bir seçim yapacağım. Takımımızın adı Şampiyon… Şimdi… Geçen sezon ligde kim şampiyon oldu?" diye sordu. Beşiktaş dedik. "Beşiktaş’ı tutanlar şöyle ayrılsın" dedi. 5 kişi vardı. Onlardan birine yelek verdi, “Giy ve sahaya geç, bekle” dedi. 1994’te yani geçen yıl Galatasaray şampiyon olduğu için bir Cimbomluyu takıma koydu. 1993 için bir Cimbomlu daha… 1992 şampiyonluğu için bir Beşiktaşlı… 1991 için bir Beşiktaşlı daha… Sonuç olarak 11 kişilik takımda 5 Beşiktaşlı, 4 Galatasaraylı, 2 de Fenerbahçeli vardı. Düşünebiliyor musun, şu bizim bakkalın oğlu bile sırf Cimbomluluktan takıma girdi! Topar vurmasını bilmez.

- Böyle saçmalık olabilir mi? Eee? Sonra ne oldu?
- Geriye kalan 19 kişinin tamamı Trabzonsporlu’ydu baba. Bir tek kişiyi bile "Şampiyon Takım"a sokamadık. Senin bana övdüğün ve beni taraftarı yaptığın bu takım hiç mi şampiyon olamamış?!
Babası bir an ne diyeceğini bilemedi, yutkundu.
Cemil odadan çıkmaya hazırlanırken döndü, sinirle:
- Ben Cimbom’u tutacağım baba, dedi. 

- Aaa, hiç olur mu oğlum?!
- On sekiz  yaşıma geldiğimi sen söyledin baba, peki ben ne zaman şampiyonluk göreceğim?

- Bak oğlum... 1977 senesinde sen Trabzon Devlet Hastanesi'nde dünyaya gözlerin açarken, hastanenin hemen yakınındaki statta dünyanın o zamanki en büyük takımı Liverpool'a galibiyet golümüzü atan Cemil, tribünlere doğru coşkuyla koşuyordu. Onun için senin adını Cemil koymuştum. Koca bir efsanenin böyle bir sıradanlığa dönüşeceğini nereden bilebilirdim? Sinir etme beni...
# Faili meçhûl spor öyküleri

Kadirbilir

İstanbul'da, televizyon dizilerinde kostüm sorumlusu olarak çalışan kız, bir kokteylde aşık olduğu sigortacının peşine takılıp Antalya'ya göçtü.
Evlendiler.
Kız iş hayatından el etek çekti, evinin kadını oldu.
İki aylık bir erkek bebekle mutlu bir aile olarak evliliğin bir yılını yeni doldurmuşlardı ki, kızın annesinin ani ölümü her şeyi alt üst etti.
Çünkü yaşlı babası, ihtiyar dünyada yapayalnız kalmıştı.
Deniz yolları emeklisi Kadir baba, koyu matemini sükunetle yaşadıktan sonra, kızının ısrarı ile Antalya'ya gitti.
İşinden ve eşinden sonra kırk üç yıllık “memleketi” İstanbul'dan da ayrılmak babayı sarstı. (Aslen Gümüşhaneliydi.)
Tamamen içine kapandı; kimse ile konuşmuyor, hiçbir yere gitmiyor, doğru dürüst yiyip içmiyordu.
Bir süre sonra damat, kayınpederin varlığından rahatsız olduğunu hissettirmeye başladı. Eşiyle sık sık tartışıyordu.
Antalya'daki bir aylık sürenin sonunda bir gün baba, damadının tavrını hissetmiş bir bedbaht olarak, “Ben gidiyorum” dedi ve tekrar İstanbul'a döndü.


“Benim babam İstanbul'da tek başına ne yapacak?” diyen kızı, babanın arkasından, iki gün sonra çıkıp geldi.
Daha sonrasında ise eşi ile telefonda şehirlerarası tartışmalar başladı. Kocanın, "Ya o, ya ben" zorlaması kaçınılmaz olarak ayrılığı getirdi.
Tazminatsız ve nafakasız boşandılar.
Genç kadın artık, mahkemeden "kopardığı" oğlu ile birlikte, İstanbul'da babasına bakıyordu.

x X x

- Acilen tomografi çektirmeniz gerek.
Doktor için söylemek kolay da, iki aydır, babasının dört yüz küsur lira emekli maaşından başka bir kuruş geliri olmayan dul kadın için iki yüz yirmi beş milyon lira tutan tomografiyi çektirmek imkânsızdı.
İmkansızdı, çünkü Kadir babanın ani rahatsızlığı sonrasında taksi ile apar topar en yakın özel hastaneye koşturmuştu, bebeğini komşuya bırakarak…
Yanında taksi ücretinden başka neredeyse hiç parası yoktu. Tomografinin fiyatı ise bir ay geçinecekleri paranın yarısına eşitti.
Doktor tekrar etti:
- İleri tetkik için acilen tomografi gerekiyor.
Baba, doktorun odasının iç tarafındaki küçük bölmede sedyede yatıyordu. Kadın, utangaç bir şekilde boyun atkısının ucundaki püsküllerle oynayarak:
- Param yok, dedi.
Doktor böyle sözleri çok duymuştu, umursamadı; masa üzerindeki ajandasını, çantasını,  kalemliğini düzeltti:
- Valla bilemem.
- Bir şeyler yapılamaz mı?
Doktor bu açmazdan adeta memnun olmuş gibi tebessümle:
- Hayır, dedi. Hatta geçen hafta şarkıcı (N.S.)'ye indirim yapsınlar diye ricacı oldum, mide bulantısı ile gelmişti. Sağ olsunlar muhasebede yarım vizite almışlar, ama patron az kalsın hepimizi birden kovacaktı.
Tam o sırada dışarıda, koridor duvarlarında yankılanan öfkeli bir ses duyuldu:
- Kaç kere söyleyeceğim size?! Kapat şu pencereyi be kızım! İçeride klima çalışıyor, siz pencereyi açıyorsunuz. Klimanın anlamı ne o zaman?
Doktor ayağa kalkarken söylendi:
- Patron… Tam lafının üstüne geldi.
Hastane sahibi söylene söylene kadının bulunduğu odanın önünden geçerken içeridekileri görünce durdu.
Esmer, kalın bıyıklı, kalın kaşlı, suratına öfke yapışmış, gaddar birine benziyordu.
- Burada mısın doktor, diyerek odanın kapısına geldi.
- Çıkıyordum. Bu hanımın babası acildi de… Ona baktım, birazdan çıkacağım.
Kadın ayağa kalkarak patrona yaklaştı:
- Tomografi gerekiyormuş ama param yok.
Hastane sahibi çatık kaşla kadına baktı. Kulağına doğru eğildi. Kısık sesle şöyle dedi:
- Bir seher vakti benim için kalpten bir dua edersin, ödeşiriz ablacığım. Şimdi söylerim çekerler tomografiyi. Allah şifa versin.
# Üşüyorum anne

# s.s. Kolaj

"Çok yazar vardır, yazdıklarından bir şey anlamazsınız. Sadık yazdıklarıyla, önce insanın kalbine giriyor, sonra beyin hücrelerine yerleşiyor."
# Ali Şen, 
F.Bahçe eski başkanı




"Sadık; Türk insanına, Türk sporcularına ilginç olaylarla ayna tutuyor, kimi zaman güldürüyor, kimi zaman düşündürüyor."
# Hıncal Uluç, Sabah



"Spora bakışımızdaki paralellik sebebiyle Sadık'ın yazılarını her okuduğumda, futbola dair fikirlerini her dinlediğimde kendimden bir şeyler bulurum." 
# Şenol Güneş, 
Trabzonspor eski t.direktörü





Sadık gibi kaliteli insanların sayısı arttığı sürece, Türk sporu gelmesi gereken yere daha kolay gelir." 
# Erman Toroğlu, Hürriyet






"Sadık Ağabey, yazılarını kesip sakladığım ender spor yazarlarımızdan biridir." 
Hakan Şükür,
Galatasaray eski kaptanı

Anacığımı görmek istiyorum

Genç öğretmen, müdürün kayınvalidesinin cenaze töreni için gittiği Eyüp Sultan’dan okula değil de eve dönünce, yakınlarındaki işyerinden çağırdığı eşiyle öğle yemeği için sofraya oturdu. Ancak genç öğretmen, neredeyse yemeklere hiç dokunmadı. Didikleyip durduğu tabaktan kafasını kaldırıp, çatalı kenara koyarak eşine döndü:
- Anacığımı görmek istiyorum.
Genç öğretmenin üzüntüyle ve yalvarırcasına söylediği bu söz karısını kızdırdı:
- Yani sırası mı şimdi? Madem okula gitmedin, çocuğun okuluna git. Saat üç buçukta veli toplantısı var.
- Okula sen gidecektin ya?
- Sen yoksun diye ben gidecektim. Şimdi madem buradasın, sen git.
- Annemi görmek istiyorum, ne var bunda?
- Şimdi nereden esti aklına?
- Yahu, şuracıkta kadıncağız... Şöyle bi uğrar, yarım saate dönerim.
Karısı da yemeği bırakıp, hışımla sofrayı toplamaya başladı:
- Ben dul kadın mıyım? Her seferinde yalnız gidiyorum okula. Sen öğretmensin; öğretmen öğretmenin dilinden daha iyi anlar. Hem ben niye anneme gitmiyorum ikide bir?
Üzüntüden omuzları düştü genç öğretmenin; yalvarır gibi konuştu:
- Hayatım… Benim annem şurada ya… Seninki gibi Karacaahmet’te değil. Sen gitmek istediğinde gidiyoruz. Ben hiç itiraz ettim mi sana? Niye böyle yapıyorsun?
Kadın tencerenin kapağını sertçe kapattı:
- Okula gidiyorsun, uzatma!
Kocası, annesini görme ümidini kaybedince sinirlendi:
- Yahu nasıl insansın sen! Tamam gitmiyorum! Annemin adını duyunca hafakanlar basıyor sana! Zavallı kadıncağız öldü, hâlâ dilinden kurtulamadı; mezarında bir Fatiha okuyup gelecektim şurada….
# Üşüyorum Anne


"Penaltıyı nasıl yedirdim?"

İstanbul'un 1. Lig'deki "küçük" takımı, yine İstanbul'un bir "büyük" takımıyla lig maçına çıkmıştı.
"Büyük" takımın karşısına çıkan "küçük" takım gibi bu oyuncular da maçı kaybedeceklerini biliyordu; bilmedikleri golün dakikasıydı.


Bu tip maçların karakteristiği şudur; "küçük" takım mağlup olacağını bilir; bilir de, eğer "büyük" takımın golü gelmekte gecikirse, rakip takımın direnci artar, maç daha da zora girer... Gol gelirse, fark gelir.
(...)
# kitaptan, Sıra bana geldiğinde bilet bitmişti

SÖZ

"İnsanlık tarihinin değişmez gerçeğidir.
Bir kadın bir şey istedi mi, elde eder!"
                                                                                               # S.S.

Vücut dili geveze


Taraftar olmak zordur.
Takımının herkesi, bütün rakiplerini yenmesini istersin.
Bazen oyuncuların sahada başaramadığını sen yapmak istersin, sahaya girmeyi hayal ederek...
Hakemden medet umarsın, "Şurada çalsa bir penaltı, ne olur yani..."
(...)
# kitaptan, Faili meçhûl spor öyküleri

Bırak be abiciğim!


"Her hakemin kalbinde mutlaka bir takım vardır. Bence bu da açıkça söylenmelidir. Bir hakem tuttuğu takımın maçını da yönetmelidir. Çünkü gerçekte her hakemin bir tek amacı vardır, yönettiği maçtan sonra bir maç daha yönetmek!"
(...)
# kitaptan, Faili meçhûl spor öyküleri

Köşe bucak kaçtığın uçak

Uzun yıllar birlikte çalıştığımız yazar arkadaşımın kayınpederi bir avukat.
Şenol Abi… Müthiş bir adam…
Şöyle anlatayım; yüzme bilmediği halde denizde teknesiyle fink atar. Yetmiş beş yaşına rağmen, gözü gibi baktığı motosikletiyle hız yapar. Mesleği gereği sık sık seyahate çıkar. Ama ne kadar acil işi olursa olsun asla uçağa binmez!
Gideceği yere tren varsa, ilk tercihidir. Kuşetli biletini alır, “hulusi kalp ile” yola çıkar.
Yetmiş beş yaşına kadar hiç uçak siftahı yapmamıştı.



Neredeyse her hafta uçağa binen bizim yazar damadına şaşırır; "Korkmuyor musun?" diye.
İşte bu uçak korkusuna sahip avukat Şenol Abi, 16 Ocak 1983 tarihinde Ankara’da vefat etti.
Şöyle oldu ölümü:
İstanbul’da oturduğu halde, Ankara'da bir şirketin hukuk müşaviriydi. Patronun aşırı ısrarıyla, hayatında ilk kez bindiği uçak 16 Ocak 1983 günü Esenboğa'ya inerken piste çakıldı.
Şenol Abi de yetmiş beş yıldır kaçtığı uçağa ilk binişinde can verdi!

x X x

(Yolcu listesinde olup da uçağa binmeyen, dolayısıyla ölümün kıyısından dönen iki kişiyi haber yaptı gazeteler. Kurtulanlardan biri, annesine tembih ettiği halde sabah uyuyakalmış, uyanınca uçağı kaçırdığı için annesine bağırıp çağırmış, onun kalbini kırmıştı. Sonra televizyonun sabah haberlerinden uçağın düştüğünü öğrenince, bu kez annesinin boynuna sarılarak özür dilemiş, ama aynı gün otobüsle çıktığı Ankara yolunda trafik kazasında ölmüştü. Kurtulanlardan diğeri de daha sonra cinayetle öldürüldü.)
# Söyle, nasıl üzülmezsen öyle öleyim