18 Eylül 2013 Çarşamba

SÖZ







"İftira, insanoğlunun
en kalleş silahıdır."
# S.S.

Bakkalın defteri

Gerçek televizyoncular, belgeselcilerdir bence…
Eşek arısının üremesini safha safha çeken adamdır… Leoparın antilopu yakaladığı anı yakalayandır… Kör çukurda bir porsuğun yılanı avlamasını görüntüleyendir televizyoncu…
Küba’da puro degustatörünü, Malezya’da Petronas Kulesi’nin inşa öyküsünü ekrana getirendir…
Pakistan – Hindistan sınır noktasında bayrak değişim törenidir televizyon programı… Tibet’tir, Keşmir’dir, Burkina Faso’dur…
Trabzon yaylasından bin bir çeşit çiçeği, Kars sınırından Ani şehir kalıntılarını, ne bileyim Antalya’dan Saklıkent’i gösterendir televizyoncu…
Üç tane önceden kurulmuş tipi, bir banko etrafına dizip, onların kurgulanmış ağış dalaşını program diye yutturmak değil televizyonculuk…


Ya da iki günde bir “seviyeli ilişki” deneyen, bütün hayatını kameralar önünde ve “mış gibi” yaşayan reziller güruhunun maceraları hiç değil… 
(...)
# kitaptan, 
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

Biz bir takımız

Canım arkadaşım.
Bilemezsiniz; yatılı okulda okumadıysanız, dostluğun kıymetini bilemezsiniz.
Gün gelir, paranız biter, arkadaşınızın cebindekini ikiye bölersiniz.
Gün gelir, gömleğinizi, montunuzu ortak kullanırsınız.
Yatılı okul arkadaşlıkları, asker arkadaşlığından bile kalıcı ve samimidir.
Canım arkadaşım.
O akşam okuldan geldiğinde:
- Yarın sen benim takım elbisemi giy, dedi.
O zengindi, ben fakir.
Onun, her zaman özendiğim takım elbisesini giyecektim yarın. Sınıfın en gariban öğrencisi olarak bu kez başı dik yürüyecektim.
Yıl 1972 idi; o ve ben aynı okula gidiyorduk. O sabahçı idi, ben öğlenci…
Aynı köyün çocukları olarak, büyük şehirde birbirimize destek oluyorduk.
Birlikte geziyor, birlikte eğleniyorduk.

x X x

Ertesi gün cumartesiydi ve diğer günlerden farklı olarak 3 ders vardı. Erken çıkacaktık.
Her öğrenci gibi, cumartesiyi seviyordum.

x X x

Cumartesi günü, üçüncü dersin sonunda nöbetçi öğrenci sınıfa girdi ve:
- Sınıf öğretmenimiz seni çağırıyor, dedi. Müdürün yanında.
Korktum.
Öğretmenler katı, müdürün odası bizim için tehlikeli, gizemli, korkulası yerlerdi.
Gittim.
Ürkek ürkek müdürün kapısını tıklayıp yavaşça açarak içeri girdiğimde daha da korktum. Çünkü hem sınıf öğretmenim hem de müdür beni görünce kaşlarını çatmışlardı.
Sınıf öğretmeni ben orada değilmişim gibi müdüre bilgi verdi:
- Hocam, bu yetim bir çocuk. Sınıfın en çalışkanı… Yani aslında gerçek durumu böyle değildi. Afedersiniz…
Müdür öğretmeni tersler gibi konuştu:
- Ne olduğu her halinden belli bunun. Neyse… Yapacak bir şey yok. Gönder gitsin.
Sınıf öğretmenim kafasıyla bana işaret etti:
- Çıkabilirsin.

x X x

Sizin gibi, ben de bir şey anlamamıştım. Ama bir şeylerin yolunda gitmediği açıktı. "Gerçek durumu bu değil" ne demekti? "Ne olduğu her halinden belli" ne anlama geliyordu?


Hem korku hem de üzüntü ile bayrak törenini bitirip ayaklarımı sürükleyerek fakir öğrenci yurduna gittiğimde meseleyi anladım.
Aynı okulda okuduğumuz bir başka yurt arkadaşımın bilgilendirmesiyle, daha 13 yaşımda, insanları tanıma yolunda önemli bir tecrübe edindim. İnsanoğlunun önünde sopaya bağlı bir havuç vardı ve üzerinde "menfaat" yazıyordu.
Canım arkadaşım, zengin köylüm, bir gün önce, okulumuzda memur olarak çalışan amcasından şunu öğrenmiş:
Şehrin çok zenginlerinden biri, müdürümüzün göndereceği elli fakir öğrenciye kendi giyim mağazasından takım elbise veriyormuş o gün…
Canım arkadaşım da akşam yurda yepyeni kıyafetiyle geldi zaten… Bana bir günlüğüne emanet verdiği elbisesini geri verdim; koleksiyonu daha da zenginleşti…
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var