24 Eylül 2013 Salı

Kars


Her insanın kendine mahsus kokusunun olması gibi, 
her evin de kendine has bir kokusu vardır.
Bu kokuyu, o evin içinde yaşayan insanlar, 
eşyalar, yemekler vs. belirler.
# S.S.

Kefen param o benim!

İstanbul Çekmeköy’deyiz.

Mahallelinin kapısında biriktiği cenaze, malulen emekli, yalnız yaşayan, elli yedi yaşında, söylendiğine göre yarım asır önce Kars’tan göç etmiş eski bir aşçı, Hüsnü Acar’dı.

Komşusu emekli öğretmen Bekir Hoca olmasa, muhtemelen cenazeyi belediye kaldıracaktı.

Çünkü, onu tanıyan sınırlı sayıdaki komşusunun dediğine göre, Hüsnü Acar hiç evlenmemişti ve bilinen hiçbir akrabası da yoktu.

- Hırsızlık meselesi onu çok yordu, dedi Bekir Hoca, yanındakilere…

Gerçekten de öteden beri korktuğu şey, on gün önce başına gelmişti Hüsnü Acar’ın. Devlet bürokrasisi içine girmek en büyük korkusuydu ve çaldırdığı çantasında, o gün çektiği ve henüz hiç harcama yapmadığı emekli maaşının yanı sıra nüfus cüzdanı, ehliyeti, banka kartı gibi yaklaşık dokuz ayrı belge vardı.

Ölümdü.

Hüsnü Acar’ın o gece sabaha karşı can havliyle Bekir Beyin kapısını tıklayıp “Beni hastaneye götür!” dedikten sonra yere düşmesi ve hastane yolunda ölmesinin son dönemde yaşadığı yorgunlukla ilgisi var mıydı bilinmez.

Ama Bekir Hoca’nın tam da “Kefen parası, mezar parası, imam parası, şu bu, nasıl yapsak acaba” diye düşünürken, pejmürde bir adamın gelip merhum Hüsnü Amca’yı aramasının hırsızlıkla ilgisi vardı.

Adam, Hüsnü Amca’nın cüzdanında, “…hayat, mezardaki sağ ayağın yanına sol ayağın da gelmesi kadarmış. Dünya çok geçici, çok yalan ve çok yapmacık bir durak. Kimseye maddi borcum, kimseden alacağım yoktur. Herkese hakkımı helal ettim. Sizler de benim şu anki durumumu düşünün ve dünya malı için küçülmeyin” şeklindeki vasiyetini okuyunca yaptığı hırsızlığa pişman olmuş, cüzdanı geri getirmişti.

Dokunmadığı emekli maaşı cenaze masraflarını rahatlıkla karşılayabilirdi!
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

"Öğretmenler,
kendisini köprü olarak kullanıp,
sayısız öğrencisini suyun öte yanına geçirdikten sonra,
gururla yıkılıp giderler."

nikos kazantzakis, Ottoman Empire
# kitaptan,
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

18 Eylül 2013 Çarşamba

SÖZ







"İftira, insanoğlunun
en kalleş silahıdır."
# S.S.

Bakkalın defteri

Gerçek televizyoncular, belgeselcilerdir bence…
Eşek arısının üremesini safha safha çeken adamdır… Leoparın antilopu yakaladığı anı yakalayandır… Kör çukurda bir porsuğun yılanı avlamasını görüntüleyendir televizyoncu…
Küba’da puro degustatörünü, Malezya’da Petronas Kulesi’nin inşa öyküsünü ekrana getirendir…
Pakistan – Hindistan sınır noktasında bayrak değişim törenidir televizyon programı… Tibet’tir, Keşmir’dir, Burkina Faso’dur…
Trabzon yaylasından bin bir çeşit çiçeği, Kars sınırından Ani şehir kalıntılarını, ne bileyim Antalya’dan Saklıkent’i gösterendir televizyoncu…
Üç tane önceden kurulmuş tipi, bir banko etrafına dizip, onların kurgulanmış ağış dalaşını program diye yutturmak değil televizyonculuk…


Ya da iki günde bir “seviyeli ilişki” deneyen, bütün hayatını kameralar önünde ve “mış gibi” yaşayan reziller güruhunun maceraları hiç değil… 
(...)
# kitaptan, 
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

Biz bir takımız

Canım arkadaşım.
Bilemezsiniz; yatılı okulda okumadıysanız, dostluğun kıymetini bilemezsiniz.
Gün gelir, paranız biter, arkadaşınızın cebindekini ikiye bölersiniz.
Gün gelir, gömleğinizi, montunuzu ortak kullanırsınız.
Yatılı okul arkadaşlıkları, asker arkadaşlığından bile kalıcı ve samimidir.
Canım arkadaşım.
O akşam okuldan geldiğinde:
- Yarın sen benim takım elbisemi giy, dedi.
O zengindi, ben fakir.
Onun, her zaman özendiğim takım elbisesini giyecektim yarın. Sınıfın en gariban öğrencisi olarak bu kez başı dik yürüyecektim.
Yıl 1972 idi; o ve ben aynı okula gidiyorduk. O sabahçı idi, ben öğlenci…
Aynı köyün çocukları olarak, büyük şehirde birbirimize destek oluyorduk.
Birlikte geziyor, birlikte eğleniyorduk.

x X x

Ertesi gün cumartesiydi ve diğer günlerden farklı olarak 3 ders vardı. Erken çıkacaktık.
Her öğrenci gibi, cumartesiyi seviyordum.

x X x

Cumartesi günü, üçüncü dersin sonunda nöbetçi öğrenci sınıfa girdi ve:
- Sınıf öğretmenimiz seni çağırıyor, dedi. Müdürün yanında.
Korktum.
Öğretmenler katı, müdürün odası bizim için tehlikeli, gizemli, korkulası yerlerdi.
Gittim.
Ürkek ürkek müdürün kapısını tıklayıp yavaşça açarak içeri girdiğimde daha da korktum. Çünkü hem sınıf öğretmenim hem de müdür beni görünce kaşlarını çatmışlardı.
Sınıf öğretmeni ben orada değilmişim gibi müdüre bilgi verdi:
- Hocam, bu yetim bir çocuk. Sınıfın en çalışkanı… Yani aslında gerçek durumu böyle değildi. Afedersiniz…
Müdür öğretmeni tersler gibi konuştu:
- Ne olduğu her halinden belli bunun. Neyse… Yapacak bir şey yok. Gönder gitsin.
Sınıf öğretmenim kafasıyla bana işaret etti:
- Çıkabilirsin.

x X x

Sizin gibi, ben de bir şey anlamamıştım. Ama bir şeylerin yolunda gitmediği açıktı. "Gerçek durumu bu değil" ne demekti? "Ne olduğu her halinden belli" ne anlama geliyordu?


Hem korku hem de üzüntü ile bayrak törenini bitirip ayaklarımı sürükleyerek fakir öğrenci yurduna gittiğimde meseleyi anladım.
Aynı okulda okuduğumuz bir başka yurt arkadaşımın bilgilendirmesiyle, daha 13 yaşımda, insanları tanıma yolunda önemli bir tecrübe edindim. İnsanoğlunun önünde sopaya bağlı bir havuç vardı ve üzerinde "menfaat" yazıyordu.
Canım arkadaşım, zengin köylüm, bir gün önce, okulumuzda memur olarak çalışan amcasından şunu öğrenmiş:
Şehrin çok zenginlerinden biri, müdürümüzün göndereceği elli fakir öğrenciye kendi giyim mağazasından takım elbise veriyormuş o gün…
Canım arkadaşım da akşam yurda yepyeni kıyafetiyle geldi zaten… Bana bir günlüğüne emanet verdiği elbisesini geri verdim; koleksiyonu daha da zenginleşti…
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

12 Eylül 2013 Perşembe

Göbeğimiz birlikte kesilmiş

Birbirlerini yeni keşfediyorlardı sanki...
Oysa iki yıldır birlikte oynuyorlardı.
Otobüs koltuğunda yan yana düştüklerinde, laf lafı açtı ve onlar inanılmaz tesadüflerin sır defterini yaprak yaprak çevirdiler.

x X x

Futbol takımının otobüsü Karadeniz’den Doğu’ya doğru hareket etmişti.
Büyük umutları, büyük hedefleri vardı.
Onlar, çeyrek asırdan fazladır dört takımın başrol oynadığı sahneye sürpriz oyuncular olarak çıkmışlardı.
Türkiye, onları hayranlıkla izliyordu.
Futbola yeni bir alternatif mi geliyordu?
“Mutlu sonu” yakalayacaklar mıydı?
Doğu’ya doğru giden asfaltın kara metreleri otobüsün tekerlerinin altında hızla akarken, iki futbolcu konuştukça şaşırıyordu:
- Demek altmış bir doğumlusun ve on üç Şubat’ta doğdun? Ben de on üç Şubat altmış birliyim.
– Haydaaa! Bu kadar da olmaz! Demek İstanbul Vefa’da doğmuşsun. Ben de Vefa doğumluyum.
– Nee? Haseki hastanesi mi? Hadi canım sen de! Bu kadar da olmaz! Ben de Haseki’de doğmuşum.
– Demek kuvöz komşusuyuz!
– Ulan yoksa o bangır bangır ağlayan sen miydin yanımda... Hah hah haa...


İki futbolcunun, ellerinde söylediklerinin kanıtı olarak ikide bir birbirlerine gösterdikleri nüfus cüzdanları, hemen ön sırada oturan kaptanlarına hararetle anlattıkları bu müthiş tesadüfler zinciri ve havada uçuşan kahkahalar büyük bir gürültüyle karanlığa gömüldü.
Futbolcularla dolu takım otobüsü, karşıdan gelen kamyona büyük bir gürültüyle çarparken sadece koltuklarda oturan yirmi üç kişi değil, bütün Türkiye derinden sarsılmıştı.


x X x

Kaderin cilvesi ve trafik canavarının sürprizi bu kadarla kalmadı:
Çekiçle ezilmiş bir teneke gibi tanınmaz hale gelen koskoca otobüste iki futbolcu can verdi.
Ölen bu iki kişi, aynı gün doğan iki futbolcuydu...
# Söyle Nasıl Üzülmezsen Öyle Öleyim

10 Eylül 2013 Salı

"Ot taşın altında kalmaz..."
                                       # S.S.

SÖZ

"En korkulacak zaman, her şeyin yolunda gittiği zamandır."
                                                                                                           # S.S.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Gece olur, yorganı başına çeker ağlarsın

                                                                                          Muğla, 2013

(...)
Kız, bir hüzün sandığının kapağını açmaya sebep olmaktan pişman:
- Neyse baba, yemeğin soğuyor, dedi.
Baba başını sağa sola sallayarak devam etti:
- Soğusun kızım. Bunları hiç konuşmadık sizinle… Yemeğin soğumasının bile bir lüks olduğunu bilemezsiniz siz… Çünkü yatılı okul hayatından haberiniz yok. Havuzun içine atılmış bir ekmek kırıntısının etrafına toplanan balıklar gibi, mektup dağıtan nöbetçi öğrencinin etrafında umutla bekleyip, eli boş ayılmanın acısını nereden bileceksiniz? Bir arkadaşının kirli gömleği, bir başkasının ceketi ile kıyafetini emanet olarak tamamlayıp derse girmeyi nereden bileceksiniz? Ailenden ve köyünden ayrı düşmüş küçük bir çocuk olarak, geceleri yorganını başına çekip ağlamayı nereden bileceksiniz? Hızlı yemek yiyorum öyle mi? Yurtta hızlı yemek zorundasın güzel kızım. Sekiz kişinin ortasına konmuş yemeği çabuk çabuk yemezsen eğer, aç mide ile uyursun. Hiç kimsenin, ‘Ah yavrum sen aç yattın, gel sana bir şeyler hazırlayayım’ diyecek annesi de yoktur orada…’
Kız bir kez daha konuyu kapatmayı denedi:
- Neyse baba, yemeğin soğuyor.
Baba, üzgün bir suratla sandalyesine yaslandı:
- Soğusun kızım soğusun. Bazen yemeğin soğuması bile lükstür, çünkü lokmamın rakibi yok burada…
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

Sizi üzdüm, bağışlayın...

Türk gazeteci, Norveç’te taksi şoförü ile İngilizce tartışıyordu:
- Kardeşim, şu senin şoför koltuğunun altına filan bak!
- Kartı size verdiğimden eminim efendim.
- Yahu nasıl eminsin? Yedim mi ben bu kartı?!
- İnanınız verdim size…
- Sinirlendiriyorsun beni! Yok kardeşim yok, bütün ceplerime baktım, oturduğum yere baktım, al işte yine ceplerime bakıyorum... Yok yok yok!
- Özür dilerim efendim, kartınızı size verdim.


Olay şuydu:
Otelin gönderdiği taksi, üç Türk gazeteciyi Oslo’da havalimanından almış, kırk beş dakikalık bir yolculuktan sonra, üç gün konaklayacakları otelin önüne getirmişti. Gazetecilerden ikisi az önce inmiş, şoförün içeriden açtığı bagajdan bavullarını alıp otel lobisine girmişlerdi; diğeri ise kredi kartı ile ödemeyi yaptıktan sonra, bavulunu bagajdan çıkarmak ve kendisini uğurlamak üzere saygı ile aşağı inmiş olan şoförle tartışıyordu:
- Kredi kartım kayıp. Sen kartı bana geri vermedin, diyerek…
Tartışma, daha doğrusu azarlama, bizim gazetecinin kredi kartını cüzdanının içinde paralarının arasında bulması ile mutlu bitti.
Şoför:
- “Bad time” dedi, kötü zaman… Üzülmenize sebep olduğum için bağışlayın. İyi geceler.

x X x

Seyahatin üçüncü gününde üç gazeteci otel resepsiyonundan taksi rica ettiler. Odalarında toparlanıp aşağı indiler; lobide beklerlerken taksi çıkageldi. Aynı taksiydi; onları üç gün önce bu otele getiren aynı şoför…

x X x

Bavulları, Türkiye’den gelirken olduğundan çok daha fazla şişmişti. Kimi çocuğuna kıyafet almıştı, kimi eşine dostuna çikolata, şu bu… Bütün bu satın alınanların daha iyisi ve daha ucuzu Türkiye’de vardı ama üzerlerinde “Norway” yazmıyordu!
İki yazar arkada, kredi kartı yüzünden şoförle tartışan ise yine önde oturuyordu.
Öndeki Türkçe olarak:
- Şansa bak, yine bu kıroya düştük, dedi.
Arkadakilerden biri:
- Ben insanları iyi tanırım, bu kesin ya Hindistanlı, ya Pakistanlı, diye lafa karıştı.
Yolculuk şoförü çekiştirme sohbetine dönmüştü:
- Badem bıyıklarına bakılırsa bu Müslüman…
- Demin mır mır bir şeyler okuyordu zaten, yola çıkarken…
- Haydaa, herif 700’de durdurdu lan taksimetreyi! Ne yapmak istiyor acaba?
- İstediğini yapsın, iki gün önce aynı yolu 940’a götürmüştü. Kaç kron isterse istesin, ben 940’tan bir kron fazla vermem!
Havalimanına geldiklerinde, taksi şoförü motoru durdurdu, içeriden bagaj kapısını açtı; yan tarafında oturan ve daha önce kredi kartı tartışması yaptığı gazeteciye döndü; Türkçe konuştu: 

- Pakistanlıyım. Eşim Türk. Borcunuz 700 kron. 240 kron eksik alıyorum. Bu indirim, üç gün önce sizin üzülmenize sebep olduğum için. Bazı durumlarda kanaat, zanaattan önemlidir. İyi yolculuklar.
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

Soru içinde soru...

Öteden beri anlamakta zorlanmışımdır; bir avukatın yeteneği nasıl anlaşılır?
Yani başarılı bir avukat, "çok suçlu bir kişiye, az ceza aldıran" adam mıdır?
Bir avukat, kelimeleri murç olarak kullanıp, adaleti yonta yonta mı kendi zaferinin heykelini diker? 

Otobüs durağı

Dünyaya geldiğimiz andan itibaren bir yandan yaşamaya, bir yandan da ölmeye başlarmışız.
Çünkü nefes alıp vermek yaşamak ama, sayılı nefesleri tüketmek de ölüme yaklaşmak demek…
Yüz sene sonra şu an dünyadaki insanlardan kimse olmayacak, yeni milyarlar doldurmuş olacak yer küreyi…
Birileri gidecek, birileri gelecek. Otobüs durağı gibi…
Dünyadaki bütün kavgalar, savaşlar, mücadeleler otobüs durağını paylaşamamakla ilgili…
Oysa otobüs durağı kimsenin malı değil! 

Otobüs durağı ayrılıktır.
Otobüs durağı yolculuktur.
Otobüs durağı hüzündür.
Otobüs durağı karamsarlıktır.
Otobüs durağının tat alacak tarafı yoktur; şöyle bir gelip geçersin.
Çeşit çeşit insan portreleri gelir, geçer. Hâtıralarıyla, hayalleriyle, hayıflarıyla, hicranlarıyla, hüsranlarıyla, hikayeleriyle gelip geçerler…
Belki küçük ibretler alınabilir otobüs durağından…

Yoksa, herhangi "hoş bir seda" kalmaz otobüs durağında… 
(...)
# kitaptan,
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var