27 Haziran 2013 Perşembe

Kader bu!

ABD’nin iki başkanı… Abraham Lincoln ve John F.Kennedy...


* Kongre’ye seçiliş tarihleri: 1846-1946
* Başkan oldukları tarih: 1860-1960
* İkisi de cuma günü, ikisi de başlarına isabet eden kurşunla öldü.
* Suikast öncesi son görüştükleri kadın: Marylan Monroe - Marilyn Monroe
* Katillerinin (John Wilkes Booth - Lee Harvey Oswald) doğumu: 1839-1939
* İki katilin de üç adı vardı; ikisinin de isminde on beş harf bulunuyordu.
* İkisi de güneyliler tarafından öldürüldü; ikisinin de koltuğuna güneyliler oturdu.
* Lincoln’un sekreterinin soyadı Kennedy, Kennedy’nin sekreterinin soyadı Lincoln’dü.
* Lincoln “Kennedy” isimli bir tiyatroda, Kennedy “Lincoln” marka otomobilde vuruldu.
* Lincoln’ü vuran tiyatrodan kaçtı depoda yakalandı, Kennedy’yi vuran depodan kaçtı tiyatroda yakalandı.
* Yerlerine gelen başkanların soyadı: Johnson – Johnson.
* Yerlerine gelen başkanların (Andrew Johnson - Lyndon Johnson) doğum tarihleri: 1808-1908.

(...)
# kitaptan, Ben senin yerinde olsaydım bunları kitap yapardım

Sizi çok seviyorum!

“Sevgili Berinim”, “Sultanım Mevhibem” gibi zamanında zarafet kokan mektuplar şimdi naftalin kokuyor; geride kaldılar…
Sahipleri Menderes gibi, İnönü gibi…
“Aşk mektubu” konu olunca neden bunları hatırladım, bilmiyorum. Lamia Hanım'a, "Senden sonra kimi fethedeceğim? Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kainatımsın" diye yazan Cemil Meriç de yok artık...

 “Bilgi çağı”nın âşıklarının işi daha bir zor… Öyle ya; pembe ve kenar süslü bir mektupla aşkını “canlı” tutmak kolay değil artık…

Cep telefonuyla, elektronik posta ile, hatta gazete ilanlarıyla “mesaj geçmen” gerek sevdiğine…
(...)
# kitaptan, 
Seni seviyorsam bundan sana ne

Kendi içine yolculuk

Hüzün dolu heybeyle bitirdik, 
kaç seferi...
Bu kadar az mı olmalıydık
gözyaşı vadisinde...
Biz ki,
çilenin gönüllü neferleri...















Hayal değirmenine
avuçla su taşıdık.
Yanlış yerde mi?
Değil,
belki yanlış zamanda
yaşadık...

Topla, çarp, böl, çıkar:
elde var hüzün.
Çile büyük;
hayat sırtımızda yük.


Hülya, Esra, Neyyire
Halime, vesaire...
“Bu da değil” yanılgısı,
bir dolu mağdure...
Sevenleri sevmedik
sevdiğimiz sevmedi;
Bir ömür
böyle tükendi...












Ben girince
çıkılmaz kuyuya,
yerinde duruyorsa dünya
aklınızda bulunsun;
rahmetin yanına
bir dilek daha koyun:
geçmiş olsun.”
# kitaptan, 
Ben senin yerinde olsaydım bunları kitap yapardım

26 Haziran 2013 Çarşamba

Aşk biraz da mazoşizmdir

Yazı yazmanın sakin limanı olmasaydı, biz hüzünbaz insanlar nereye sığınacaktık?

x X x

Siz bu satırları hangi duygularla okuyacaksınız bilemem; bugün Pazar ve ben, her okuduğum kitabın bitiminde olduğu gibi, yeni bir kitabın daha kapağını, mutsuz sona koşan kahramanlarını üzüntüyle uğurlayarak kapatmış olmanın burukluğuyla yazıyorum.
Karşımda, güneşi yutmak için sabırsızlanan kurşuni ufuk... Yarısını kül rengi bulutlara kaptırmış, dışarıda kalan kızıl rengiyle az sonra değişmez sevgilisinin kucağında kaybolacak güneş...
"İki metre" kalmış batmasına...

x X x

Kitap kahramanlarıyla gerçekten tanışmanın bir yolu yok mu acaba?
"Üzülme bacım" diyebilsek mesela, 'az önce ölen' hicranlı güzele, "Üzülme... geride kalanlar da umduğunu bulamayacak bu hayattan... Kaybettiğin bir şey yok."


Yazarlar neden insafsız davranır kahramanlarına? Gerçek hayatta çektikleri çilelerin intikamını mı almaktadırlar onlardan? Sahipsiz bulduğu birisini kalemiyle döverek tatmin mi olmaktadır?

x X x

'Mutlu insanların öyküsü olmaz'  ...mı?

x X x

Bir yazar, gerçek duygularının ne kadarını verebilir okuruna? Kastettiğinin, anlatmak istediğinin, hissettiklerinin, tarif ettiklerinin ne kadarını?


"Yazmamak elimde olmadığı için yazıyorum" demişti bir yazar... Gerçekten, kısmeti olanlar için ne büyük ödüldür yazıya sığınmak...
Yazmak tedavi etmez insanı, sadece hüznünle barışık yaşamanı sağlar çok çok...

x X x


Kadınların üzmediği bir erkek var mıdır?
(...)
# kitaptan, Spor bir hikâyedir

SÖZ

"Kendine bir öğretmen arıyorsan, başarısızlıklarına bak!"
# S.S.

Ne demişti?


"Futbolda adalet aramak,
genelevde iffetli hayat kadını aramak gibidir
."

                                                                     # S.S.

25 Haziran 2013 Salı

Başkasının yazısı

- Brezilya Hükümeti, Pele'yi "milli servet" ilan ederek yurt dışındaki kulüplere satılmasını yasakladığında yirmi yaşındaydı. Bir keresinde bir savaşa engel oldu: Nijerya ve Biafra onu bir maçta oynarken görmek için aralarında mütareke imzaladılar.


- Penaltı kuralı yokken kale önleri mezbahaya dönüyordu. O dönemde Westminster Gazetesi, maç sırasında ceza sahasında ölen futbolcuların tüyler ürpertici bir listesini yayınlamıştı.

- Eskiden maçlar 2-3 saat sürüyor; top uzaklara kaçtığında oyuncular aralarında sohbet edip, sigara içiyorlardı.

- Abdon Porte, Uruguay futbolunun önemli yıldızlarından biri oldu. Nacional takımının formasını dört yılda iki yüzden fazla giydi. Gün geldi, yıldızı söndü. Yedeğe düştü. Ve Abdon Porte, 1918 sonbaharında bir gece yarısı, Nacional takımının sahasında kendini öldürdü. Hava aydınlanırken buldular; bir elinde silah, bir elinde mektup vardı.

- 1994 Dünya Kupası'nı Brezilya kazandı ve o yıl ülkede dünyaya gelen bütün çocuklara Romario adı verildi.
(...)
# kitaptan, Gol olmasa da hareket güzeldi

SÖZ

"Bir gazeteci için en tehlikeli şey, haberi gazeteden okumaktır."
                                                                                                                 # S.S.

İstanbul'u dinliyorum

Türk gazeteci grubu Paris'teydi.
Şampiyon Kulüpler maçından arta kalan zamanlarında otobüsle şehir turu yapıyorlardı.

Geniş Champ-Elysees (Şanzelize) caddesini, tek kuralın kuralsızlık olduğu ve sigorta kapsamı dışında tutulan Etoile (Etual) meydanını, Montmarte (Monmart) yani ressamlar tepesini,  Picasso'nun yediği, Van Gohg'un içtiği, Salvador Dali'nin bilmem ne yaptığı yerleri, "Birlikte olduğum tüm erkekler öldü; ben uğursuz bir kadınım" diyerek 1987 yılında bileklerini kesip intihar eden Dalida'nın evini gezdiler.
16. Luis'nin, içini boşalttırıp tilkiler salarak yedi kilometrelik salonlarında avlandığı Louvre (Luur) Sarayı'nı.
Ve 16. Louis ile karısı Marie Antoinette'in hem düğünlerinin, hem idamlarının yapıldığı, ihtilalde giyotinlerin kurulduğu Concorde (Konkort) meydanını, talihsiz prenses Diana'nın son günlerine şahitlik eden Ritz otelini ve Alma tünelini, ve -elbette!- Eiffel kulesini gördüler...



Faal döneminde tuvaleti olmayan Versay Sarayı'nı... Fransız "asillerin" altına ve sokağa yaptığı, kadınların kolayca çömelip işlerini görmeleri için "dizayn edilmiş" elbiselere "tuvalet" dendiği, pisliklere basmamak için ilk kez yüksek topuklu ayakkabı giydikleri, başlarına yukarıdan dışkı atılmasın diye ilk kez şemsiyeyi burada kullandıkları, iğrenç kokudan arınmak için parfümü keşfettikleri, pislik paçalarından akmasın diye ilk kez külotlu çorabı giydiği... 
(...)
# kitaptan, Sana gözyaşı vâdediyorum

20 Haziran 2013 Perşembe

Ot taşın altında kalmaz

Genç muhabir, bir sanat dergisinde çalışıyordu.
Aylık dergilerin lokomotifi, özel röportajlardır.
Bu muhabir de her ay bir yazarın, ya da bir dizi oyuncusunun veya bir futbolcunun evine giderek “Özel Yaşam” adı altında kapsamlı söyleşiler yapıyordu.
Ünlü misafirinin yirmi dört saatte neler yaptığını, ailesini, çocuklarını, sevinçlerini, hüzünlerini soruyor, foto muhabiri arkadaşının çektiği özel fotoğraflar eşliğinde “Özel Yaşam” sayfalarını hazırlıyordu.


x X x

Genç muhabir, o hafta, o sıralar şöhretinin zirvesinde bulunan genç bir şarkıcıyla bir röportaj yapacaktı.
Yaptı da...
Müzik ve sanat ağırlıklı bu söyleşi, yine foto muhabirinin çektiği çok özel resimlerle süslendi.
Altı gün sonra dergi basıldı.
Genç söyleşi muhabiri, sanki ilk kez röportaj yapıyormuş gibi heyecanla aldığı derginin henüz üstünde tüten boya kokusunu içine çektikten sonra, hızlı hızlı kendi hazırladığı sayfayı açtı.
“Özel Yaşam” sayfaları, kocaman resimlerle şahane görünüyordu. Konuştuğu genç şarkıcı sayfanın ortasında köpeğiyle objektife gülümsüyordu. “Ailem her şeyim” başlığını attığı sayfaların bir başka fotoğrafında şarkıcı, villasının bahçesinde kuyudan su çekiyordu.
Bir şeyi çok beğenir, böbürlenip keyiflenirseniz, biraz ihtiyatlı olun; zira genellikle bir aksilik keyfinizin üstüne kibrit suyu sıkacaktır.
Yan odadan foto muhabiri arkadaşı elinde dergiyle ve felaket haberi vereceği suratının halinden belli olacak şekilde koşa geldi:
- Sen ne yapmışsın be abi!
- Ne oldu ki?!
- Ne demek bu, “Rahmetli babası mezarında oğluyla gurur duyuyordur şimdi...”
- Ne var bunda?
- Yahu adamın babası yaşıyor!
Vücudunu sıcaklık bastı genç muhabirin...
- Yapma yaa!! Ben onu şey etmiştim, adamın öldüğünü bir yerlerde okumuştum sanki…
On altı bin dergi yeniden basılamazdı. Bırakın yeniden basılmayı, böyle bir yanlışlık muhabirin işten atılmasına bile sebep olabilirdi.
Genç muhabir, fotoğrafçı arkadaşına biraz da yalvaran gözlerle baktı:
- Kimseye söylemesek...
- Duyarlar be abiciğim duyarlar. Ot, taşın altında kalmaz! Bir şekilde çıkar meydana...
Derginin piyasaya sürülmesine dört gün vardı.



Mesai bitmek üzereydi. Genç muhabir, elindeki dergiyi koltuğunun altına saklar gibi sıkıştırarak iş yerinden çıktı...
Ne yapacağını bilemiyor, eve gitmek istemiyordu.
İlk üzüntü ve şaşkınlığını attıktan sonra, ikincisi aklına geldi; röportaj yaptığı şarkıcının yüzüne nasıl bakacaktı?


x X x


“Ertesi sabah yaşadığım şoku ömür boyu unutamam” diye anlattı bana muhabir... “Günlük bir gazeteyi açtığımda, röportaj yaptığım genç şarkıcının babasının ölüm haberini gördüm!”

# Üşüyorum anne

"Çüş bize"

Onlar, Şampiyonlar Ligi’nde oynamış, Avrupa’da isim yapmış, ülkelerinin gururu bir futbol takımıydı.Onlar, Türkiye’de en iyi Ali Sami Yen Stadı’nı tanıyordu.Ve onlar, ezeli rakipleriyle deplasmanda yaptıkları bir maçta, tarihi bir sonuçla hezimete uğradıklarında şoku yaşamışlardı.(Gerçekten de o kadar farklı skor, lig kurulalı hiç başlarına gelmemişti.)


Taraftarlar o gün gazeteyi aldıklarında gözlerine inanamadılar.Çünkü, en büyük rakipleriyle oynadıkları derbi maçında bir araba gol yiyen takımdaki futbolcuların imzasını taşıyan bir ilan vardı gazetelerde…Bütün taraftarlardan özür dileyen ilanın metni aynen şöyleydi:

Derbi maçındaki performansımız aşağılayıcıydı. Bu ülkenin en iyi taraftarları olduğunuzu ve sizi yüzüstü bıraktığımızı biliyoruz. Gerçekten çok üzgünüz. Keşke geçmişe dönebilsek ve bu hatayı tamir edebilsek. Bundan sonraki ilk derbi maçımızda yüzünüzü güldürmek ve gururunuzu iade etmek için elimizden geleni yapacağımıza hep birlikte söz veriyoruz.”

Dediğim gibi, ilanda bütün futbolcuların orijinal imzaları ve takımın kadro resmi de vardı.Bu duygusal ilanı okuyan birçok taraftarın içi burkuldu.Kendilerine nice sevinçler yaşatmış takımlarını -elbette- affettiler. Kulübe destek telefonları, faksları yağdırdılar. İnternet sitelerinde futbolcularına hitaben teselli yazıları yazdılar.
x X x

Evet, bir tarihte Galatasaray’la Ali Sami Yen Stadı’nda Şampiyonlar Ligi maçı da oynamış olan İsviçre takımı St.Gallen’in futbolcuları, ezeli rakipleri Wil’e 11-3 yenilince, gazeteye bu ilanı verdiler.

Keşke bizde de formasını rezil edenlerin aklına böyle şeyler gelse...
# Faili meçhûl spor öyküleri

Asi evlat

Arkadaşımın kayınpederi, bir dizi kontrol, muayene ve film sonrası, böbrek yetmezliği yaşadığını öğrendiğinde, bunu metanetle karşılamıştı.
“Allah’a, verdiği bunca hayat için teşekkür ederim” demişti, “Her şey ondan.”
Hatta, gençliğinde hafızasının cüzdanına yerleştirdiği bir beyti özenle çıkarıp okumuştu o akşam evine getirildiğinde:
“Alan sensin veren sensin, kılan sen,
Ne verdinse odur, dahi nemiz var?”
Ama arkadaşımın kayınpederinin yakın çevresi aynı sabır ve olgunlukta değildi.
Sanki teşhisle birlikte adamcağızı tabuta yatırıp o dakika ölüme göndereceklermiş gibi, huzurlu haneleri bir anda cenaze evine dönmüştü.

x X x

Hastalığının teşhisinden bir süre sonra atmış yedi yaşındaki bu “muhacir” amcaya böbrek nakli gündeme geldi.
İstanbul’a yakın bir ilçede oturuyordu.
Arama taramalar sonuç vermedi; ondan daha genç ve daha uzun zamandır sıra bekleyenler sebebiyle pek umut da yoktu.

x X x

Arkadaşımın kayınpederinin üç oğlu, bir kızı vardı; büyüğü oğul lise müdürü, üçüncü oğul ise ayakkabıcı…
İkinciye paragraf açmak lazım:
Evet, ikincisi ise kelimenin tam anlamıyla “boş gezenin boş kalfasıydı.”
İtibarlı babasının ya da okul müdürü ağabeyinin ricasıyla girdiği işlerde barınamamış, huysuzluğu ve kimsenin önünde eğilmeyen tavizsiz tavrı sebebiyle ya bir iki hafta içinde kapı önüne konmuş veya kendisi işten ayrılmıştı.
Belediye otobüsü şoförlüğünden damper kaynakçılığına, matbaacılıktan tekne imalatına girip çıkmadığı iş yoktu bu iki numaralı asi evladın…
Amcanın lise müdürü oğlu ile ayakkabıcı oğlu evli, asi evlat ise bekârdı. Büyük oğuldan bir kız torun vardı.

x X x

Babasının hastalıkla boğuştuğu günlerde bütün aile baba evine taşınırken asi oğul yine ortalıkta yoktu.


Ağabeyi ile küçük kardeşi onun şimdi bir arkadaş kamyonunda şehirle arası yolda, ya da bir bekar dağ evinde, belki harçlık çıkarmak için bir lokantada çalıştığını tahmin ediyor, endişe duymuyordu.
Ama baba:
- Ah oğlum, diyordu, ah oğlum. Böyle bir zamanda yanımda olmayacaksın da ne zaman olacaksın?
Ortanca oğlunun ilgisizliğine hastalıktan çok üzülüyordu.

x X x

Ve bir gün Bursa’da bir özel hastaneden davet aldı arkadaşımın kayınpederi. Bir böbrek bulunmuştu ve teste çağırıyorlardı.

x X x

Test sonucu harikaydı; doktorlar, kan grubunun verici ile aynı olduğunu, dokuların birbirini tuttuğunu ve naklin mümkün olduğunu bildirdiler.
Nakil hemen yapıldı.

x X x

Ama arkadaşımın kayınpederi dört gün sonra öldü.
Aile, babanın ölümünü oğlunun hasretine bağlamıştı.
Doktorlar ise organ vericisinin muhtemelen bir kemirgenden kaptığı “lymphocytic choriomeningitis” denilen bir virüs yoluyla bulaşmış olabileceği ihtimalinden söz etmişti.

Dünya kurulalı beri devran böyleydi; ölenle ölünmüyordu.

x X x


Hayır, bu kez ölünüyordu; Bursa’dan gelen sürpriz böbrek ortanca oğula aitti ve babaya son görevini yaparken kendisi de babasıyla aynı gün ve aynı virüsten dolayı bir başka hastanede ölüyordu.
# Söyle, nasıl üzülmezsen öyle öleyim

Hakemin annesi

- Kusura bakma anneciğim, yarın maça çıkacağım.
Genç hakem, annesinin cesedini bir buçuk metre kazılmış toprağa indirirken, içinden bu cümleyi geçiriyordu.

x X x

Aynı akşam, güneyden Orta Anadolu'ya hareket etti.
Hakemlikte büyük hedefleri, tatlı hayalleri vardı.

x X x

Takımlar seremoniden sonra kendi yarı sahalarına dağılıp, başlama vuruşu yapılacağı sırada çok şık, çok ince, çok anlamlı bir sürpriz yaşandı.
Stadın anons görevlisinin sesi duyuldu hoparlörden:
- Değerli hakemimiz (........../..........) annesini kaybetmiştir. Kendisine sabır ve başsağlığı diliyor ve sizleri bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyoruz.
Statta yapılacak bu tür bir anonstan haberi olması gereken hakemin de haberi yoktu.
İki takım futbolcuları orta yuvarlak etrafında karşılıklı ve disiplinli bir şekilde sıralandı.
Genç hakem, annesinin vefatından beri sabırla direndiği gözyaşlarına bu kez hakim olamadı.
Dudakları kontrolsüz bir şekilde titrediği için saygı duruşunun bitiş düdüğünü çalmakta zorlandı.
Neyse ki hoparlördeki ses yetişti imdadına:
- Teşekkür ederiz.
Sadece takımlarının golleri için ayağa kalkmaya alışmış seyirci, bu defa hiç tanımadığı bir merhume için görevini tamamlamış olmanın huzuruyla yerlerine oturdu.
Maç başladı.


Hiç şüphesiz saha içindeki yirmi üç kişiden işi en zor olanı, hakemdi.
Maç öncesinin karmaşık duygularını oyuna taşımamaya, etki altında kalmamaya çalışıyordu.
Ve o zor an geldi.
Bitime sadece bir dakika vardı.
Misafir takım, maç boyu kendi sahasından çıkmayıp beraberliğe oynamış, hiç hücumu düşünmemişti. Fakat bu dakikada misafir takımın orta saha oyuncusu, tamamen kendi çabasıyla ev sahibi takımın neredeyse tamamını çalımladıktan sonra kaleciyle karşı karşıya kaldı.
Kaleciyi de çalımladı.
Hakem, eldivenli elin gole giden oyuncuyu arkadan indirdiğini gördü.
Çaldı penaltıyı.
Son dakikaydı ve penaltı gol oldu.
Maç bu tek golle bitti.
x X x

Maçın başında hakemin annesi için saygı duruşunda bulunan seyirciler, bu kez ağız birliği etmişcesine koro halinde hakemin annesine küfrediyordu.
Ve maç başında seyirci acısına ortak oldu diye gözyaşı döken hakem, şimdi üzüntüden ağlayarak polis eşliğinde soyunma odasına iniyordu.
# Üşüyorum anne

19 Haziran 2013 Çarşamba

Sen ölme, dayanamam

Genç annenin nurani yüzünde ağlama belirtisi yoktu ama, gözle görülür bir yaş tanesi yanağından hızla yuvarlanıp kucağına düştü. Yarı örtülü başını otomobilin camından içeri çevirdi, kocası gördü mü diye...
Son yetmiş iki günde yaşadığı inanılması ve dayanılması güç şeyleri düşünüyordu.
Ve yakıcı, yıkıcı bir ziyarete gidiyordu.

x X x

On yedi yaşındaki sarışın delikanlı, doktora yalvarıyordu:
- Benim kanım tutuyor, ne olur benden alın.
- Oğlum, kaç kere söyledim, on sekiz yaşında olman gerekir diyorum ya… Baban bulmaya gitti nasılsa, bekleyelim. Tamam mı?
Tam o sırada özel hastanenin başhekimi oradan geçiyordu, bu küçük tartışmayı duyunca ilgilendi:
- Hayırdır?
Çocuktan önce doktor atıldı:
- (H….) Bey, bu delikanlının annesi ameliyat olacak da, iki ünite taze kan arıyoruz. Ben vereyim diye tutturdu. Ama böyle boyuna posuna bakmayın, on yedi yaşındaymış.
Başhekim:
- Olsun, birini ondan alın, deyince çocuğun gergin yüzü yumuşadı.
Baba uğraşı Matbaa Meslek Lisesi’ne giden çocuk, annesinin hastalığı belli olalı uyur-gezer gibiydi. Bir haftadır okula da gitmiyor, annesinin “son günlerini” birlikte geçirmek istiyordu.

x X x

Dram bu mutlu ailenin kapısını çalalı on beş gün olmuştu.
Anne sürekli karın ağrıları sebebiyle ve öylesine gittiği doktordan, yıkılmış olarak döndüğünde…
Dahiliye doktoru, önündeki ultrason filmini incelemiş:
- Anneciğim lafı dolaştırmayacağım, demişti. Bunlar hayatın gerçekleri… Üstelik ne kadar erken davranırsanız o kadar iyi olur. Rahim ağzı kanseri söz konusu… Bir de tomografi çektireceğiz. Sanırım bir ameliyat görünüyor size… Dediğim gibi umutsuzluğa düşmeyin. Çocuğunuz var mı?
Kadın ses çıkaramamış, sadece başparmağı ile “bir” diye işaret etmişti.

x X x

Üç gündür hastanedeydiler. Annenin başında baba ve oğul… Hasta yatağının karşısında bir refakatçi yatağı, iki yatağın ortasında da bir koltuk..
Ertesi gün ameliyat vardı. Anne artık bu fikre alışmıştı.
- Akşam ilaçların etkisiyle olacak, erken uyumuşum. Refakatçi yatağında hanginiz yattınız bu gece?
Baba yatağın üstünde, oğul koltukta oturuyordu. Çocuk kafasını kaldırdı:
- Ben yattım, ne oldu, horladım mı?
- Yok canım, yok bir şey.

x X x

Ertesi gün annenin operasyonu başarı ile gerçekleşmişti.
Öyle ki, ameliyatın üçüncü gününde taburcu olmaya hazırlanıyordu.
Oğlunun kolunda lavaboya gidip geldikten sonra, kendi yatağını bizzat kendisi düzeltmiş, valizini hazırlıyordu.
- Diş fırçamı hanginiz kullandınız?
- Ben, dedi oğlu.
Anne kaşlarını çattı.


Aile o gün hastaneden çıkamadı.
Annenin, refakatçi yastığında ve diş fırçasında gördüğü kan sebebiyle korktuğu başına gelmişti.
Ameliyat öncesi, annesi için çocuktan kan alan doktor, daha sonra başhekime gitmiş, çocuğun kanındaki eksiklikten bahsetmiş, anne için başka kan bulunmuştu.
Şimdi, başhekimin odasına çağırdıkları matbaacı babaya meseleyi anlatmaya çalışıyordu iki doktor:
- Sorun çocuğun lenf bezesinden kaynaklanan lenfomalar, amcacığım…
“Amca”, doktorların iyi şeyler söylemediğini anlıyordu ama ne dediklerini anlamıyordu. Kelimeler taş parçası gibi kafasına çarpıp duruyordu:
-  İlkel sinir hücrelerinden…. köken alan nöroblastomlar… tabii son zamanlarda yaşadığı aşırı üzüntü ve stres de… tetiklemiş olabilir.
Özetle, çocuğun kanının ileri tetkiki ile problem ortaya çıkmıştı: Lösemi (kan kanseri.) Ve genç vücut, aynı hastanede yapılan tedaviye cevap vermemiş, bir hafta sonra evine çıkarılmış, evindeki sekizinci günde de ölmüştü.
Baba ile anne, elli iki gün sonra ilk kez birlikte mezarlığa gidiyordu.
# Sana gözyaşı vâdediyorum

SÖZ

"Sabır, acıyı sessizce yudumlamaktır." 
# S.S.

18 Haziran 2013 Salı

"Geçmiş" geçmemiştir bazen

Şike, doping, mafya, haraç, haksız kazanç...
Futbolun, gerçekten sadece futbol olmadığını; tapeler, ses kayıtları, fotoğraflar ve dosyalar dolusu bilgi ve belge ile 2011'de anlamıştık. Oysa Sadık Söztutan, 2009'da TGRT Haber'e futbolda hukuksuz rekabetin varlığını, düzeltmeye yönelik bütün girişimlerin de çözümsüz kalacağını açıklamalarıyla sabitlemişti.

http://www.tgrthaber.com.tr/video_preview.aspx?guid=f2a1a487-9a16-4659-b770-d762511574ac

+ Futbol duvara tosladı.
+ Bir işin yapılmasını istemiyorsan, komisyona havale et.
+ Türkiye'de bütün beyanatlar, çirkin o laflar,
bir sonraki maçtan avans almak için yapılır.

16 Haziran 2013 Pazar

Benim kahramanım "babam"

Hayat, bazen şaşılacak kadar iyi davranır size...
Ben bunu hak ediyor muyum” diye kuşku duyacak kadar
büyüleyici geçer yaşamınız… Ve tedirgin eder talihiniz sizi…
Endişe duyarsınız kendinizden,
etrafınızda dönen muazzam dünyadan…

Ben, babaannesi bile şair olan,
7 yazarın bulunduğu bir aileye mensubum…
Ben, 25 yıl ülkenin en iddialı gazetelerinden birinin
giriş sayfalarını yöneten Sadık Söztutan’ın oğluyum.

Ve hep “ben bunu hak ediyor muyum” diye sorarım kendime…
Hiçbir zaman “evet” cevabını veremedim kendime…

Herkesin bir kahramanı var hayatta, benimki babam…
Büyüyünce, onun kadar “büyük bir adam” olmayı umuyorum.
Bildiğim ne varsa,
ondan öğrendim. 
Ona bir değil;
“birkaç” ömür borçluyum.

Ve ben, ‘onun oğlu olmayı hak ettiğime’ hiç inanmadım.
Varlığın için teşekkür ederim baba, günün mutlu olsun.

# V.S.
2003 - Zaman Gzt.
2008 - Show TV
2010 - TGRT Haber

15 Haziran 2013 Cumartesi

Ne demişti?

"Kaybetmek tertemizdir!"
# S.S.

kanal 24, Futbol 7 / 24

"Bu ülkenin futbolu, batak araziye kurulmuş."
# S.S.

SÖZ

 

"Yazmak ya da yaşamak...
Bazen yazmak için bir hayattan geçersin."
# S.S.

14 Haziran 2013 Cuma

Çingeneler zamanı

“Adamcağız”, Avrupa’dan kupa getirmiş, daha büyük hedeflere göz dikmiş bir takımın teknik adamlığı için Türkiye’ye geldiğinde herkesi şaşırtmıştı.
Çünkü, dev hedeflere kilitlenmiş bir ekibe liderlik yapacak görüntüden uzaktı; daha ziyade, kaportaya kaynak yapmaktan gözlerinin altı şişmiş yorgun bir oto sanayi ustasına benziyordu.
Oysa daha çoook şaşırtacaktı Türkiye’yi…

x X x 

“Adamcağız”, para sıkıntısı çekilen kulüpte, kendisine ödenen transfer taksitlerini, “Önce onlar” diyerek futbolcularına dağıtarak şaşırttı önce…

x X x

Sonra bir gün, iki yıl boyunca kulübenin kenarında dikilen sakin adam görüntüsünü bırakarak, yavrusunu yırtıcı sırtlandan korumaya çalışan şefkatli bir ana gibi sahaya daldı; çünkü rakip futbolcu kendi oyuncusuna kasıtlı girmişti.

x X x

Ve, bir büyük kulübü Şampiyonlar Ligi’nde en üst noktaya taşıyıp, ligde şampiyon yaptıktan sonra kovuldu.
Çünkü, iki yıldır işgal ettiği koltuğun gerçek sahibi vardı.
Ama bir başka büyük kulüp “adamcağıza” iş teklif etti.
Kendisini kovan kulübün sözleşmeden doğan borcu vardı adamcağıza… “Kimseyle hesabım yok” diyerek mukavelesini yırtıp attı.

x X x

Yeni kulübü 7 bin 500 dolarlık muhteşem bir villa kiraladı adamcağıza… “Böyle bir lükse gerek yok, kulübün parasını daha verimli işlerde kullanın” diyerek bir apartman dairesine razı oldu.

x X x

Paradan söz açılmışken… Bir gün telefon faturası geldi; 1 milyar 200 milyon… “Bir dakika” dedi, “Şu şu numaralar benim özel görüşmelerim… Bunların tutarı olan 400 milyon lirayı maaşımdan kesin.”

x X x

Bir soğuk kış gününde geldiği eski stadında, eski takımına karşı bir büyük zafere imza attı. “Sevinemedim” dedi maçtan sonra… “Hatıraları unutmak kolay olmuyor” derken gözleri sulandı.
Kendi takımını gönderdi stattan, bütün insanların çıkmasını bekledi. Eski stadı tamamen boşalınca, tribünlerin en üst noktasında bir yere çıkıp, eski zaferlerini düşündü, eski çocuklarını hatırladı; sevinçleri, öfkeleri, hüzünleri belki… Elinin tersiyle yanağından süzülen yaşı silerek eğdi başını gitti…
“Adamcağız” tanımlaması da bu maçta çıktı zaten… Koltuğunu devraldığı ve sonra yine devrettiği meslektaşı Türk hoca, onunla ilgili sorulan bir soruya, “Adamcağız kendine göre başarılı sayılır” dedi.
Başarılıydı; çünkü ligde, kupada ve Avrupa’da hiç yenilmeden yoluna devam eden tek Türk takımıydı!

x X x

Deliler topluluğu bir ekibi kolej takımı haline getirmedeki babacan liderliğinin ödülünü, hiç beklemediği bir anda aldı; bir Avrupa zaferi sırasında son golü atan takımın en problemli futbolcusu, elli metre mesafeyi kat ederek gelip “adamcağızın” elini öptü, başına koydu.

x X x

Yılın son maçını da kazandıktan sonra basın odasına Türk yardımcısıyla birlikte geldi. “Buraya geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim arkadaşlar; izninizle bugünkü maç değerlendirmesini yardımcım yapacak” diyerek genç antrenöre yeni yıl jestini yapıp, gitti…


Ama beni en etkileyen davranışı, bir maç sonrasında, kendisi eski kulübünde görevde iken, üstelik şampiyonluğa giderken, yedek bıraktığı futbolculardan biri olan (V……), televizyon ekranında “Bu adamcağızın yerine eski hocamızın takımın başına gelmesini isterim” dediği halde, o futbolcunun bir maç sonrası soğuk havada televizyon muhabirine konuşurken, üşümesin diye terli sırtına kendi pardösüsünü çıkarıp koymasıdır!
# Faili meçhûl spor öyküleri

Öteki otobüs

İstanbul büyük bir tantanaya esirdi o akşam…
Milli Futbol Takamı, büyük bir sükse yaptığı ve üçüncü olarak bronz madalya kazandığı Dünya Kupası’ndan dönüyordu.
İnsanlar apronu da aşıp uçağın merdivenlerine dayandığı için futbolcular bir türlü otobüse geçemiyordu. 
Uzun süre sonra otobüs hava limanından ayrılıp, Bakıröy-Zeytinburnu-Sirkeci sahil güzergâhını takip ederek, on beş dakikalık yolu dört saatte alarak Taksim Meydanı’na ulaşmıştı.
Yollara birikmiş insanlar ikide bir otobüsün önünü kesmiş, medya araçları ayrı bir karmaşa oluşturmuş, yine de Taksim’de saatlerdir futbolcuları bekleyen kalabalığın coşkusunda azalma olmamıştı.
Meydan, tarihinin en kalabalık günlerinden birini yaşıyordu. Futbolcuların, idarecilerin, teknik ekibin halka takdimi gece yarılarını bulmuştu.
Karşılama töreninin yayın hakkını devlet televizyonu satın almıştı ama, ülkedeki tüm kanallar kahramanların gelişini ve Taksim’e çıkışını canlı olarak yayınlamıştı.
Tarihin en büyük korosu saatlerce şarkılar söylemiş, danslar etmiş, sloganlar atmış, Dünya Kupası’ndan başarıyla dönenlere teşekkürün en büyüğünü etmişti.

x X x

Buraya kadar anlatılanlar tüm Türkiye’nin gözü önünde yaşandığı için, herkesin bildiği bir seremoniydi.


Kimsenin bilmediği ise şuydu:

Aynı gece, Makedonya’daki 2.Balkan Olimpiyat Günleri’nden 17 altın, 5 gümüş, 2 bronz madalya ile dönen Türk spor kafilesini taşıyan otobüs İstanbul’a giriş yapmış,  yüzücü, atlet ve güreşçilerden oluşan sporcuları Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü binasına götürmeye çalışmış, ancak şehirdeki bu aşırı izdihamdan dolayı Taksim’e çıkamamış, 32 saatlik yorucu yolculuk İstanbullu sporcular için gecenin bir yarısı Haliç civarında son bulmuş, bir süre kaldırım taşlarında oturan şampiyon sporcular servis minibüsleriyle evlerine dağıtılmış, diğerleri aynı otobüsle Ankara’nın yolunu tutmuştur!
# Faili meçhûl spor öyküleri

Finale çıkacağım anne göreceksin!

Dünyanın en köklü organizasyonlarından biri, tenis sporunun ise hiç tartışmasız zirvesi sayılan Wimbledon, 2001 yılında şaşkınlık içindeydi.

x X x

Wimbledon…
Hangi “top toplayıcının” nerede duracağı, Dük ve Düşes’in kupa töreninde kaç adım atacağı ve kaç kelime konuşacağı önceden belli, tenis hayranlarının günlerce kapılarına yatıp kuyruğa girdiği muntazam organizasyon…

x X x

Büyük Kort’un tribünlerini tıka basa dolduran insanlar, şaşkınlık içindeydi.
Çünkü, adı sanı duyulmamış Belçikalı on altı yaşında bir kızcağız, çim kortta fırtına gibi esiyordu.
Önüne geleni deviriyor, turlar ilerledikçe seri başı rakiplerini bile ezerek bu tarihi yerde adını finale yazdırıyordu!


Fakat…
Fakat finalde o kız gitmiş, bir başkası gelmişti adeta…
Önceki turlarda rakiplerine göz açtırmayan raket o değilmiş gibi, eli ayağı birbirine
dolaştı, set alamadan Amerikalı rakibine boyun eğdi.

x X x

Bunun sebebini anlamak için dört yıl öncesine dönmek gerekirdi.
Belçikalı on altı yaşındaki kız buraya, Wimbledon’a ilk kez o zaman gelmişti.
Dört yıl önce, on iki yaşında bir çocuk olarak…
Onu oraya getiren, tenis sevdalısı annesiydi.
Buradaki büyük heyecandan çok etkilenen kız çocuğu, çıkışta, yanında yürüdüğü annesinin önünü kesti, baş parmağını annesine hırsla sallayarak dedi ki:
Bir gün burada finale çıkacağım anne, göreceksin!
Wimbledon’u açık ağızla ve hayranlıkla izledikten sonra, çıkışta annesine bu sözü veren o küçük kız çocuğu, sadece dört yıl sonra sözünü tuttu ve finale çıktı ama, amansız hastalığın pençesindeki annesi tam da onun final maçına çıkacağı gün öldü!
Final maçı için hazırlanırken, sadece antrenörünün bulunduğu soyunma odasında:

Ben burada finaldeyim anne, sen neredesin, diyen on altı yaşında bir kız, bu ruh haliyle nasıl oynayabilirdi ki?
# Üşüyorum anne

13 Haziran 2013 Perşembe

Onurunu kaça satarsın?

1994 yılı yazında Amerika’daki koskoca Dünya Şampiyonası gelip gelip İtalyan Roberto Baggio’nun Brezilya kalecisi Claudio Taffarel’e atacağı penaltıya düğümlenmişti.
İtalyanlar’ın o günlerdeki en büyük yıldızı Baggio, penaltı vuruşunu direğin üstünden dışarı gönderdiğinde, Taffarel, dünya şampiyonu olmuş bir kaleci olarak takım arkadaşlarıyla kenetlenmeye koşuyordu.

x X x

Bu tarihi olaydan üç yıl sonra İtalyan reklam şirketi TİM, bir dizi reklam çekimine başladı. Reklamların ortak özelliği, tarihe mal olmuş bazı olayları tersine çevirerek dikkat çekmekti. Mesela, Titanic gemisi tarihteki gibi buz dağına çarpıyor ama, reklamda gemi yerine, dağ parçalanıyordu.
Ya da örneğin (bunu ben uyduruyorum), paparazzilerle Leydi Diana’nın Paris’teki ölümcül koşuşturmasında Diana değil, paparazziler kaza yapıp ölüyor.

x X x 

Aynı reklam şirketi Taffarel’in de kapısını çaldı.
Önüne koydukları senaryoda Roberto Baggio’nun dışarı attığı penaltı bu kez gol oluyor, kupayı İtalya kazanıyordu.
Taffarel’e, bir kaç saniye kalede durması için teklif edilen rakam 250 bin dolardı.
Ünlü kaleci hiç düşünmeden bu reklamda oynamayı reddetti:
- Allah bana o büyük onuru yaşattı. Bunu 250 bin dolara satamam. Her şey para değil, diyerek....
Hem de UEFA Kupası’nı kazandırdığı G.Saray’dan hak ettiği alacağını tahsil edebilmek için FIFA’dan cevap beklediği günlerde...


-----

(Bu arada, o reklam senaryosu, Taffarel’siz, kaleciyi göstermeden çekildi.)
# Faili meçhûl spor öyküleri

Bir nevi teşekkür benimki

“...(...) sizin televizyondaki yapımcı (N......H.......)’ya kızgınım. O büyük Veysel Karani öyle mi anlatılır yaa? Çok daha çarpıcı bir film yapılabilirdi. Ben böyle bir projeye imza atmak isterim. (...) Sık sık namaz kılarım, kendi bildiğimce... Belki eksik, belki yarım... Bana verdikleri için Allah’a bir teşekkür benimki... (...) Hayatın bu dünyadaki kadar olduğuna inanmıyorum. Gerçi bu sonsuz yolculuğun nereye vardığı konusunda cahilim ama hayat sadece bu dünyadan ibaret olsaydı, çok acı ve dayanılmaz bir şey olurdu. (...) Babaannem çocukken beni Kuran Kursu’na göndermişti, sık sık Yasin okurum. (...) Kadına başörtüsü çok yakışıyor. Annem bazen başını örtüp namaz kılar. Ona yalvarırım bir süre daha başörtüsü başında dursun anne, diye... (...) Kapalı bir hanım çalışmamalı bence... O büyüyü, o iffeti, o dokunulmazlığı bozuyor, sıradan hale getiriyor günlük koşuşturmalar... (...) Peşine düştüğüm şey, dünyevi ‘ben’ duygusundan kurtulabilmek... Güzelliğim ve sesim, kendi marifetimle elde ettiğim şeyler değil. Kendi çabamla olmayan ‘malzeme’ ile böbürlenmek saçma geliyor bana... Bunu, yaşamımı tamamlamadan halletmek istiyorum... (...) Mutlak gerçeği arıyorum, hayatın bu kadar olmadığına, hiçbir şeyin bu kadar olmadığına inananlardanım... Ama çok bilgisizim. (...) Beden ne oluyor, ruh ne oluyor, bu enerji nereye gidiyor, o bilgileri bilmiyorum... (...) Paylaşmak, dağıtmak istediğim çok şey var. Ölürsem nasıl yapacağım? Bunun mutlak bir yöntemi var ama... (...) En azından o mutlak bilgiye ulaşmak için çabalamak, oraya yaklaşmak bile insanın dünyadaki nefes alıp verişini kolaylaştırır diye düşünüyorum. (...) Bu bilginin peşine düşmek gerek. Zaten mutlak bilgi dediğimiz şeyin ucu neticede Allah’a dayanıyor. (..) Oldum olası Allah’a hep inandım. Hiçbir şey, evrim teorileri, ideolojik kitaplar, maddeyi açıklayan, maddeyle açıklanan, hiçbiri, çok ikna edici insanlar, yazılar, hiçbiri inancımı yok edemedi. Çünkü çok daha kuvvetli bir şey vardı benim içimde... Bunlar çok özel şeyler... Çok sıkıntılı olduğum, sıkıştığım anlarda kendimi akışa kaptırıyorum. Ama birden bire Allah’ı hatırlayınca meselelere bakışım, o taşkın halimden sıyrılıp daha başka bir boyuta sıçrıyor. Sakinleşiyorum. (...) Ruhumu eğitiyorum.(...) Çok zor bir yola düştüm. Ama onun bir kere tadını keşfedince de resmen temizlendiğini falan hissediyor insan...”

x X x


Bir tarihte Engelliler Federasyonu’nda yönetim kurulu üyesi olduğu için ziyaretimize gelen, küt saçlı, aktris, şarkıcı, televizyoncu, Türkiye’nin sayılı güzellerinden, heyecanla konuşurken bir yandan da mini eteğini çekiştiren bir hanımdı bu sıradan sözleri sıra dışı hale getiren...
# Faili meçhûl spor öyküleri

SÖZ




"Her tercih bir şeyi kaybettirir.
# S.S.

Tarifsiz bir sızı

1995 yılı, Mart ayıydı.
Sefaköy’de bir evde, baba ile oğul arasında şu konuşma geçti:
- Cemil oğlum, gözlerin niye kızarmış, ağladın mı sen?
Cemil babasına sırtını dönerek pencereden dışarı baktı, cevap vermedi.
- Erkek adam ağlar mı oğlum, kocaman delikanlı oldun, on sekiz yaşındasın!
Bu söz üzerine Cemil yeniden ağlamaya başladı.
- Hadi bir şey söyle oğlum, ne oldu sana?
Bu kez Cemil babasına dönerek, dudakları titreye titreye şöyle dedi:
- Okul takımına giremedim baba. Ve böylece liselerarası turnuvaya da katılamayacağım.
- Ama nasıl olur? Sen lisenin en iyi futbolcusu değil miydin?
- Öyle ama, yetmedi...
- Neden?
- Beden Eğitimi hocamızın uyguladığı seçme sistemi yüzünden...
- Nasıl bir sistemmiş bu?
- Ne bileyim! Takıma girmek isteyen neredeyse 30 kişi vardı. Daha doğrusu, tam 30 kişi. Hoca dedi ki, "11 kişi alacağım, siz 30 kişisiniz. Şimdi her birinizin futbol kalitesine bakamam."
- Peki ne yaptı?
- Hocamız, “Hepinizin futbolu birbirine yakın. Ben başka türlü bir seçim yapacağım. Takımımızın adı Şampiyon… Şimdi… Geçen sezon ligde kim şampiyon oldu?" diye sordu. Beşiktaş dedik. "Beşiktaş’ı tutanlar şöyle ayrılsın" dedi. 5 kişi vardı. Onlardan birine yelek verdi, “Giy ve sahaya geç, bekle” dedi. 1994’te yani geçen yıl Galatasaray şampiyon olduğu için bir Cimbomluyu takıma koydu. 1993 için bir Cimbomlu daha… 1992 şampiyonluğu için bir Beşiktaşlı… 1991 için bir Beşiktaşlı daha… Sonuç olarak 11 kişilik takımda 5 Beşiktaşlı, 4 Galatasaraylı, 2 de Fenerbahçeli vardı. Düşünebiliyor musun, şu bizim bakkalın oğlu bile sırf Cimbomluluktan takıma girdi! Topar vurmasını bilmez.

- Böyle saçmalık olabilir mi? Eee? Sonra ne oldu?
- Geriye kalan 19 kişinin tamamı Trabzonsporlu’ydu baba. Bir tek kişiyi bile "Şampiyon Takım"a sokamadık. Senin bana övdüğün ve beni taraftarı yaptığın bu takım hiç mi şampiyon olamamış?!
Babası bir an ne diyeceğini bilemedi, yutkundu.
Cemil odadan çıkmaya hazırlanırken döndü, sinirle:
- Ben Cimbom’u tutacağım baba, dedi. 

- Aaa, hiç olur mu oğlum?!
- On sekiz  yaşıma geldiğimi sen söyledin baba, peki ben ne zaman şampiyonluk göreceğim?

- Bak oğlum... 1977 senesinde sen Trabzon Devlet Hastanesi'nde dünyaya gözlerin açarken, hastanenin hemen yakınındaki statta dünyanın o zamanki en büyük takımı Liverpool'a galibiyet golümüzü atan Cemil, tribünlere doğru coşkuyla koşuyordu. Onun için senin adını Cemil koymuştum. Koca bir efsanenin böyle bir sıradanlığa dönüşeceğini nereden bilebilirdim? Sinir etme beni...
# Faili meçhûl spor öyküleri

Kadirbilir

İstanbul'da, televizyon dizilerinde kostüm sorumlusu olarak çalışan kız, bir kokteylde aşık olduğu sigortacının peşine takılıp Antalya'ya göçtü.
Evlendiler.
Kız iş hayatından el etek çekti, evinin kadını oldu.
İki aylık bir erkek bebekle mutlu bir aile olarak evliliğin bir yılını yeni doldurmuşlardı ki, kızın annesinin ani ölümü her şeyi alt üst etti.
Çünkü yaşlı babası, ihtiyar dünyada yapayalnız kalmıştı.
Deniz yolları emeklisi Kadir baba, koyu matemini sükunetle yaşadıktan sonra, kızının ısrarı ile Antalya'ya gitti.
İşinden ve eşinden sonra kırk üç yıllık “memleketi” İstanbul'dan da ayrılmak babayı sarstı. (Aslen Gümüşhaneliydi.)
Tamamen içine kapandı; kimse ile konuşmuyor, hiçbir yere gitmiyor, doğru dürüst yiyip içmiyordu.
Bir süre sonra damat, kayınpederin varlığından rahatsız olduğunu hissettirmeye başladı. Eşiyle sık sık tartışıyordu.
Antalya'daki bir aylık sürenin sonunda bir gün baba, damadının tavrını hissetmiş bir bedbaht olarak, “Ben gidiyorum” dedi ve tekrar İstanbul'a döndü.


“Benim babam İstanbul'da tek başına ne yapacak?” diyen kızı, babanın arkasından, iki gün sonra çıkıp geldi.
Daha sonrasında ise eşi ile telefonda şehirlerarası tartışmalar başladı. Kocanın, "Ya o, ya ben" zorlaması kaçınılmaz olarak ayrılığı getirdi.
Tazminatsız ve nafakasız boşandılar.
Genç kadın artık, mahkemeden "kopardığı" oğlu ile birlikte, İstanbul'da babasına bakıyordu.

x X x

- Acilen tomografi çektirmeniz gerek.
Doktor için söylemek kolay da, iki aydır, babasının dört yüz küsur lira emekli maaşından başka bir kuruş geliri olmayan dul kadın için iki yüz yirmi beş milyon lira tutan tomografiyi çektirmek imkânsızdı.
İmkansızdı, çünkü Kadir babanın ani rahatsızlığı sonrasında taksi ile apar topar en yakın özel hastaneye koşturmuştu, bebeğini komşuya bırakarak…
Yanında taksi ücretinden başka neredeyse hiç parası yoktu. Tomografinin fiyatı ise bir ay geçinecekleri paranın yarısına eşitti.
Doktor tekrar etti:
- İleri tetkik için acilen tomografi gerekiyor.
Baba, doktorun odasının iç tarafındaki küçük bölmede sedyede yatıyordu. Kadın, utangaç bir şekilde boyun atkısının ucundaki püsküllerle oynayarak:
- Param yok, dedi.
Doktor böyle sözleri çok duymuştu, umursamadı; masa üzerindeki ajandasını, çantasını,  kalemliğini düzeltti:
- Valla bilemem.
- Bir şeyler yapılamaz mı?
Doktor bu açmazdan adeta memnun olmuş gibi tebessümle:
- Hayır, dedi. Hatta geçen hafta şarkıcı (N.S.)'ye indirim yapsınlar diye ricacı oldum, mide bulantısı ile gelmişti. Sağ olsunlar muhasebede yarım vizite almışlar, ama patron az kalsın hepimizi birden kovacaktı.
Tam o sırada dışarıda, koridor duvarlarında yankılanan öfkeli bir ses duyuldu:
- Kaç kere söyleyeceğim size?! Kapat şu pencereyi be kızım! İçeride klima çalışıyor, siz pencereyi açıyorsunuz. Klimanın anlamı ne o zaman?
Doktor ayağa kalkarken söylendi:
- Patron… Tam lafının üstüne geldi.
Hastane sahibi söylene söylene kadının bulunduğu odanın önünden geçerken içeridekileri görünce durdu.
Esmer, kalın bıyıklı, kalın kaşlı, suratına öfke yapışmış, gaddar birine benziyordu.
- Burada mısın doktor, diyerek odanın kapısına geldi.
- Çıkıyordum. Bu hanımın babası acildi de… Ona baktım, birazdan çıkacağım.
Kadın ayağa kalkarak patrona yaklaştı:
- Tomografi gerekiyormuş ama param yok.
Hastane sahibi çatık kaşla kadına baktı. Kulağına doğru eğildi. Kısık sesle şöyle dedi:
- Bir seher vakti benim için kalpten bir dua edersin, ödeşiriz ablacığım. Şimdi söylerim çekerler tomografiyi. Allah şifa versin.
# Üşüyorum anne

# s.s. Kolaj

"Çok yazar vardır, yazdıklarından bir şey anlamazsınız. Sadık yazdıklarıyla, önce insanın kalbine giriyor, sonra beyin hücrelerine yerleşiyor."
# Ali Şen, 
F.Bahçe eski başkanı




"Sadık; Türk insanına, Türk sporcularına ilginç olaylarla ayna tutuyor, kimi zaman güldürüyor, kimi zaman düşündürüyor."
# Hıncal Uluç, Sabah



"Spora bakışımızdaki paralellik sebebiyle Sadık'ın yazılarını her okuduğumda, futbola dair fikirlerini her dinlediğimde kendimden bir şeyler bulurum." 
# Şenol Güneş, 
Trabzonspor eski t.direktörü





Sadık gibi kaliteli insanların sayısı arttığı sürece, Türk sporu gelmesi gereken yere daha kolay gelir." 
# Erman Toroğlu, Hürriyet






"Sadık Ağabey, yazılarını kesip sakladığım ender spor yazarlarımızdan biridir." 
Hakan Şükür,
Galatasaray eski kaptanı