28 Kasım 2013 Perşembe

1931 Nolu Mezar

Göz yaşı gibi birkaç kelime döküldü, kalemi hüzün kokandan...
Oyuncağı 'kelimeler' olan Sadık Söztutan'ın yeni kitabı, raflarda...

'1931 Nolu Mezar', Doğu'da kadın olmanın ne olduğunu anlatırken; hüzün, satırlardan hücrelerinize yer edecek. Yüreği yorulan yazarın, kaleminden taşanlar, mürekkep değil; anneye akan göz yaşı... Bu kitabı okurken annenize sımsıkı sarılacak ya da 'yokluğuyla' yazarın duygularına ortak olacaksınız. Hayatın en büyük gerçeğine doğru giderken romanın kurgusu, kalbinize dokunacak. Sadık Söztutan'ın ayrılık merhabası 1931 Nolu Mezar, içtimai yaraları yeniden düşünmenizi gerektirecek. Bu kez susanları biraz daha fazla dinleyecek, yoksa "dünyanın tadı çile olabilir mi" diyeceksiniz!

Sadık Söztutan, üstünü başını yine kelimelere buladı; buyurun,
siz temizleyin yakasındaki göz yaşlarını...

# 1931 Nolu Mezar, Babıali Kültür Yayınları
T: 0 212 438 47 78 - C: 0 507 925 14 49

19 Ekim 2013 Cumartesi

Bisiklet

Köy okulu birincisi küçük çocuk o gece neredeyse hiç uyuyamadı. Ertesi sabah, hayatında ilk kez şehir görecekti.
İlkokul üçüncü sınıfta olmasına rağmen, bilgi yarışmasında dört ve beşinci sınıfları da geride bırakmış, babacan öğretmenin koyduğu ödüle zekâsının gücüyle kavuşmuştu.
"Kazananı ay başında şehre götüreceğim" demişti öğretmen…
İlk kez yaşayacağı şeyler şehri görmekle sınırlı değildi; dokuz yaşında ilk kez trene binecekti; tarlada çalışırken bir anda ortaya çıkışını hep hayret ve hayranlıkla izlediği o kara devin içinde olacaktı.
Şehirde onu nelerin beklediğini bilmiyordu.
Sihirli bir yolculuğun arifesinde heyecandan neredeyse hiç konuşmayan çocuk, ertesi sabah babasının peşinde öğretmenin evine doğru çamurlu yolu adımlarken, şehirden dönüşte arkadaşlarına neyi nasıl anlatacağını düşünüyordu.
Öğretmeni ile birlikte karşıdan görünen komşu köye kadar yürüyecek, oradan trene bineceklerdi.

x X x

Trenin heybetli merdivenlerini, küçük ama düzgün "odalarını", deri koltuklarını… hareket ettiğinde evlerin, otların, dağların geriye doğru aktığını, tünelin içinin karanlık olduğunu, uzaktan gördüğü komşu köydeki istasyonun dışında başka istasyonların da bulunduğunu… hafızasına kaydetti.
Şehri gördüğünde ise tam anlamıyla çarpıldı; ne kadar büyük bir yerdi burası… Ne kadar destansı, ne kadar anlatılması zor, ne kadar…

x X x

Çocuk, trenin de şehrin de kendine has bir kokusunun olduğunu hissetti. Her vitrinde ayrı şey, özellikle cansız mankenler… Sonu gelmez arabalar… Yürüyen binlerce insan… Çocuk, öğretmeninin elini tutmuş olduğunu unutmuş, hangi tarafa bakacağını şaşırıyordu.
- Sen şu bankta otur (B…..), sakın bir yere kalkma, sağı solu seyret, hemen geliyorum.
"Tamam" bile diyemedi çocuk, gözleriyle öğretmeni takip etti. Caddenin karşı sırasında bir bankaya girmişti öğretmen, maaşını çekmeye…
Dönüşte bu kez öğretmen banka oturdu, çocuğun eline bozuk para vererek sağ taraflarında görünen manavı gösterdi:
- Kendine yiyecek bir meyve al, hadi bakalım.
Çocuk çekingen adımlarla gidip, belinde mavi para kuşağı bağlı, ağzında külü uzamış sigarası ve elinde püsküllü süpürgemsi bir şeyle sebze ve meyvelerin üstündeki görünmeyen tozları silen yaşlı manava elindeki parayı uzatıp, parmağı ile meyveler arasında "en kırmızı görünen" domatesleri gösterdi.
- Şundan...
Adam bir bozuk paraya, bir çocuğa baktı; bir büyük domatesi kazağına döndüre döndüre sürdü ve çocuğa verdi.


Bu kez bir bisikletçinin önündeydiler. Çocuk gördüğüne inanamadı; öğretmen cüce sayılabilecek kadar kısa boylu bisikletçiye para ödüyordu!
Bisikletçi az sonra üç tekerlekli bir bisikleti diğerlerinden öne çıkararak, kenarda çekingen duran köylü çocuğu çağırdı:
- Gel, bin bakalım!
Çocuğun eli ayağı birbirine karışmış, ağzı kurumuş, kalbi küt küt atmaya başlamıştı.
O bisiklete otururken öğretmen ile bisikletçi dükkâna girdi.
Çocuk, dükkânın önünde uzayan futbol sahası büyüklüğündeki arsada coşku ile bisikletini kullanmak yerine, bir kenarda incelemeye koyuldu.
Köydeki arkadaşlarına gösterinceye kadar bisikletin eskimesini istemiyordu. Sağına soluna bakıyor, ilk kez yakından gördüğü bu aletin her tarafına dokunuyordu. Klaksonunu çaldığında kendi kendini korkuttu.
Masallardan fırlayıp önüne düşmüş olan bu aleti köyün nerelerinde kullanacağını düşündü. En çok hangi arkadaşı şaşıracak, en çok hangi arkadaşı kullanmak isteyecekti? Ağabeyi istediğinde verecek miydi? Kız kardeşine bisiklet kullanmayı öğretebilecek miydi? İyi ki üç tekerlekliydi, hem kendisi hem de kız kardeşi düşmezdi. Bu aletin köyün ilk bisikleti olacağını düşününce…
- (B…..) tamam, getir oğlum bisikleti…

x X x

Oysa öğretmen öğrencisine beş dakikalığına bisiklet kiralamış, fakat çocuk bisikleti kendinin sanarak "yıpranmasın" diye hiç binmemişti.
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

24 Eylül 2013 Salı

Kars


Her insanın kendine mahsus kokusunun olması gibi, 
her evin de kendine has bir kokusu vardır.
Bu kokuyu, o evin içinde yaşayan insanlar, 
eşyalar, yemekler vs. belirler.
# S.S.

Kefen param o benim!

İstanbul Çekmeköy’deyiz.

Mahallelinin kapısında biriktiği cenaze, malulen emekli, yalnız yaşayan, elli yedi yaşında, söylendiğine göre yarım asır önce Kars’tan göç etmiş eski bir aşçı, Hüsnü Acar’dı.

Komşusu emekli öğretmen Bekir Hoca olmasa, muhtemelen cenazeyi belediye kaldıracaktı.

Çünkü, onu tanıyan sınırlı sayıdaki komşusunun dediğine göre, Hüsnü Acar hiç evlenmemişti ve bilinen hiçbir akrabası da yoktu.

- Hırsızlık meselesi onu çok yordu, dedi Bekir Hoca, yanındakilere…

Gerçekten de öteden beri korktuğu şey, on gün önce başına gelmişti Hüsnü Acar’ın. Devlet bürokrasisi içine girmek en büyük korkusuydu ve çaldırdığı çantasında, o gün çektiği ve henüz hiç harcama yapmadığı emekli maaşının yanı sıra nüfus cüzdanı, ehliyeti, banka kartı gibi yaklaşık dokuz ayrı belge vardı.

Ölümdü.

Hüsnü Acar’ın o gece sabaha karşı can havliyle Bekir Beyin kapısını tıklayıp “Beni hastaneye götür!” dedikten sonra yere düşmesi ve hastane yolunda ölmesinin son dönemde yaşadığı yorgunlukla ilgisi var mıydı bilinmez.

Ama Bekir Hoca’nın tam da “Kefen parası, mezar parası, imam parası, şu bu, nasıl yapsak acaba” diye düşünürken, pejmürde bir adamın gelip merhum Hüsnü Amca’yı aramasının hırsızlıkla ilgisi vardı.

Adam, Hüsnü Amca’nın cüzdanında, “…hayat, mezardaki sağ ayağın yanına sol ayağın da gelmesi kadarmış. Dünya çok geçici, çok yalan ve çok yapmacık bir durak. Kimseye maddi borcum, kimseden alacağım yoktur. Herkese hakkımı helal ettim. Sizler de benim şu anki durumumu düşünün ve dünya malı için küçülmeyin” şeklindeki vasiyetini okuyunca yaptığı hırsızlığa pişman olmuş, cüzdanı geri getirmişti.

Dokunmadığı emekli maaşı cenaze masraflarını rahatlıkla karşılayabilirdi!
# Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

"Öğretmenler,
kendisini köprü olarak kullanıp,
sayısız öğrencisini suyun öte yanına geçirdikten sonra,
gururla yıkılıp giderler."

nikos kazantzakis, Ottoman Empire
# kitaptan,
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var

18 Eylül 2013 Çarşamba

SÖZ







"İftira, insanoğlunun
en kalleş silahıdır."
# S.S.

Bakkalın defteri

Gerçek televizyoncular, belgeselcilerdir bence…
Eşek arısının üremesini safha safha çeken adamdır… Leoparın antilopu yakaladığı anı yakalayandır… Kör çukurda bir porsuğun yılanı avlamasını görüntüleyendir televizyoncu…
Küba’da puro degustatörünü, Malezya’da Petronas Kulesi’nin inşa öyküsünü ekrana getirendir…
Pakistan – Hindistan sınır noktasında bayrak değişim törenidir televizyon programı… Tibet’tir, Keşmir’dir, Burkina Faso’dur…
Trabzon yaylasından bin bir çeşit çiçeği, Kars sınırından Ani şehir kalıntılarını, ne bileyim Antalya’dan Saklıkent’i gösterendir televizyoncu…
Üç tane önceden kurulmuş tipi, bir banko etrafına dizip, onların kurgulanmış ağış dalaşını program diye yutturmak değil televizyonculuk…


Ya da iki günde bir “seviyeli ilişki” deneyen, bütün hayatını kameralar önünde ve “mış gibi” yaşayan reziller güruhunun maceraları hiç değil… 
(...)
# kitaptan, 
Gülenlerin Ağlayanlara Borcu Var